“Veda edenin sevilmesi ne kadar daha kolaydır.”
Zaman kendini günbatımının kollarına bırakmıştı. Trenin aheste beste yanaştığı bu ara istasyondaki küçük gar binasının alınlığındaki yazıyı okuyup emin olduktan sonra valizimi alıp aşağı inmiştim.
Ortalıkta derin bir sessizlik, hat boyunda gezinen, duran insanlarda koygun bir yalnızlık esintisi vardı. Yüzümü yalayan rüzgâr bunu anlatıyordu sanki.
Puhu kuşlarının ötüşleri başlamıştı. İçimdeki sessiz çığlığı bastıran keder örtüsü gibiydi bu da. Unutulanı hatırlatan, yaşanmayanın ezincini burukluğa dönüştüren…
Bu ses arayışı, belki de bekleyiş ve kaybedişi çağrıştırdığı için uğultusunu akşamüstünün gölgelerinden ayrılıp gelip bulmuştu beni.
Gar binasına yönelirken duralamıştım. Kasabada gideceğim yerin yönünü soracaktım birilerine. Gözüme ilişen siluet tanıdık gibi gelmişti. Bakışlarım ondaydı. Biriyle konuşuyordu. Kim olduğunu görebilmem için bulunduğum yerden sola doğru birkaç adım atmam gerekiyordu.
Yönümü değiştirince aynı ânda binanın ve hat boyundaki lambaların ışıkları yandı. Gölgeler yer değiştirdi adeta. İçimde bulut bulut olmuş bir keder vardı. Göğün lacivertimsi örtüsü ruhumun ürküntüsünü depreştirmişti birden. Neden buraya kadar geldiğimi kendime sormuyordum. İçimdeki gecesiz gündüzsüz düşlerin sürüklenişinde olduğumu kime anlatır, kime bu sesi taşıyabilirdim ki!
Konuşulan kişinin yüzünü seçebiliyordum. Ferhan’dı bu! Bana sırtı dönük olanı yarı tanıyor sanırken, onun konuştuğuna odaklanmıştım birden.
Görünmemek, hatta göz göze gelmemek için durduğum yerden dönüp ters istikâmete gitmek istedim. İşte bunu yapamadım. Bir ân kendimi üryan hissettim! İçimdeki bütün pişmanlıklar ayaklanmıştı sanki! İz süren geyik avcısı gibiydim.
O kısa, ânlık karşılaşmaların, kararların hayatımızın akışını nasıl değiştirebileceğini romanlarda okur, filmlerde izlerdik. Ama gerçek yaşamımızdakileri ise ancak yaşayıp ettikten sonra adlandırabiliyorduk.
Gidip kaplıcada şifa aramam bundandı sanki! Ama başka bir adı da vardı, işte bunu kendime bile söyleyemiyordum.
Bildiğim, kedersiz günün bulutsuz gökyüzü gibi olduğuydu.
***
Ferhan’ı görmek yerine, nedense görünmek, kendini nice sonra ona hatırlatmak istemiştin.
Ayrıldığınız gün gelmişti hatırına birden.
Şunları söylemişti o gün Otağtepe’de çay bahçesinde buluştuğunuzda:
“Umarım yeni zamanında arzu ettiğin ne varsa erişirsin.”
Oysa, onun en çok kavuşmaktan, hatırlamaktan, sıladan, gurbetten, gitmekten söz ettiğini bilirdin.
O gün buruk, ezgindi. Sevmek, sevilmek istediğinden söz etmişti.
“Ya evim, ya da yurdum olmalısın, bu belirsizliği kaldıramam,” demiş, bir otobüsten inip gidercesine, sandalyeden kalkmış, bahçenin taşlı yoluna çıkıp gitmişti.
Bakışsız, kimsiz kimsesiz kalmıştın bir ânda.
Onun yaşama beklentisi ağır gelmişti sana o gün.
“Her durumda, zamanda yanı başında olurum,” sözü dokunaklıydı.
Sonra, insanın kendi imkânsızlığını yarattığını düşünmüştün.
Senin ona doğru atamadığın adımı o atmış, o gün çıkıp gitmişti.
Şimdi, nice zaman sonra, hiç beklemediğin bir yerde, ânda karşına çıkıyordu.
Göz göze gelmiştiniz, bir ânlık, bir iki saniyelik bir bakıştı bu. Başını döndürmüş, görmezliğe vermişti. Bambaşka biriydi sanki! Başındaki tarçın renkli şapkası, aynı renkten döpiyesi, kolundan hiç eksik etmediği çantası, saçlarının büklüm büklümlüğü, içli bakışları…
Öylece dona kalmıştın. İçindeki perperişanlık ikinci bir vurgundu sana. Gidebileceğin iki yönün de yönünü unutmuştun. O adımı atma cesaretini bulamamıştın. Birkaç saniye sonra da Ferhan’ın hızlı adımlarla gar binasının önünden bir düş perisi gibi geçip gittiğini görmüştün.
Konuştuğu kişi sol omzundan dönerek sana bakmıştı. Buruk bir gülümseyişle trene yönelmiş, elindeki çantasıyla kompartımana binmişti.
Tren ağır ağır hareket ediyordu. Kendini Doğu ile Batı’nın arasında bir yerde sıkışıp kalmış gibi hissetmiştin.
Bu gecenin efsunlu olabileceğini hatırlatan bütün renkler silinmişti bakışlarından.
Her unutuş kendi debisini yaratır, biliyordun bunu. Hatırlamak için bir neden gerekiyordu sana. Ama bunun belleğinin bir oyunu olduğunu sanman sanrılarının dinmediğini gösteriyordu aslında. Gene de görünenin bir serap olmadığını bilmek istiyordun.
Koşar adım Ferhan’ın yöneldiği yöne yönelmiştin. İçindeki avazlanan sesi duyurmak istercesine koşar adım ilerliyordun. Elindeki valiz adımlarını ağırlaştırsa da, hızın telaşını anlatıyordu.
Gar binasının kasabaya dönük yüzüne, ön tarafa çıkınca, bekleyen bir taksi, bir fayton ve yarenlik eden üç insan akşamı karşılamak üzereydiler.
Yanlarında nefes alıp, telaşını dindirip:
“Afedersiniz bu kasabada görev yapan doktor Ferhan Hanım’ı tanıyor musunuz,” diyebilmiştin.
Sohbet edenlerden iri yarı sakallı olanı:
“Başhekim Hanım, evet; biraz önce ayrıldı buradan, ihtimal önce hastaneye gidecektir. Buyrun sizi de götürelim, galiba siz de doktorsunuz…”
Başınla onu “hayır”lamış;
“Değilim, buraya yakın bir kaplıca varmış, oraya gitmek istiyorum,” diyebilmiştin.
Bu kez sözü uzun, ince yapılı olanı almış:
“Abi kaplıcaya yalnız fayton gider,” diyerek faytoncuya seslenmiş, valizini de almaya yeltenmişti:
“Celâl, bey abim kaplıca yolcusu, doktor hanımın tanıdığı olur ona göre…”
“Arkadaşlar sohbetinizi böldüm, teşekkürler, iyi akşamlar size,” deyip valizi, iri kahverengi gözleriyle gülümseyerek yanı başına gelen Celâl’e bırakmıştın. Nasılsa yol boyunca ona soracakların, onunla söze duracakların vardı.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (31 Temmuz 2018)