Adında ölüm olan her şeye yaban/uzak duruyorsun. Çünkü yaşamak derdi ağır basıyor sende.
Tutkuyla örülen her şeye daha çok veriyorsun kendini.
Gülü dalından ayıran zamanlara meyletmemen de bundan.
Irmaklar ne yana akarsa aksın, seni ilgilendiren hep güzergâhları olmuştur. Nasılsa bir yere varacaktır her kıpırdayan taş, nesne, insan.
Hayata oradan bakmayı seviyorsun çünkü.
Bir toprağın, bir yerin, hatta bir insanın insanı olmayı bu yüzden önemsiyorsun.
…
Yüzünü dönüyorsun öteye, gördüklerin yavanlığı anlatıyor. Toplumun eğitimsiz ve mesleksiz bırakılmışlığının sonuçlarını iğretilik/vasatlık diye adlandırıyorsun çaresiz.
Bir kitap okuyorsun; Yasak Olmayan Hazlar. Bir yerinde yazar şunları söylüyor:
“Kendimize hangi konuda izin verirsek başka bir konuda yasak koymuş oluruz. Kendimize dair bütün ideallerimiz –bütün amaçlarımız ve inançlarımız- doğası gereği sınırlayıcıdır.”
Gene de şunu düşünürsün; sınırladıkça yanlış yaparız, bilmeyiz, körleşir yabanlaşırız.
Oysa bilmenin yolu özgürleşmektir. Ama bu pervasızlık değildir. Doyum için hazları tatmak, sonra da neyin gerekli/gereksiz olduğunu bilmek, anlamak kaçınılmaz.
İnanmak için bu sınırları, yani zihnimizin sınırlarını yıkmak gerek önce.
İnsan eylemden düşünceye geçerken kendini var edip tanımlar ancak. Sözde olan düşte düşüncede varlığını ortaya koyar.
…
Dağlar yabanlığı anlatır biraz da. Bilinmezlikleri, menzilleri… Gitmeyi ve vazgeçmeyi, imkânsızlığı. Kendinde olmayı bir de. Bakıp görmeyi, dokunmayı. Elemin dilini öğretir. Dağlar, ayrılığın ne yaman olduğunu öğretir bir de:
Dağlar dağımdır benim
Gam ortağımdır benim
Söyletme çok ağlarım
Yaman çağımdır benim
Belki bir türkü gibi gelir size. Ama dağ bir güvendir ne de olsa. Gidip sığınabileceğin, kaybolup yeniden var olabileceğin.
…
Heidegger “hâlâ düşünce eğitimine muhtacız” diyordu. Aristoteles’in Metafizik’inden şu alıntıyı yapmıştı: “Bu noktada gözünü açmamak gerçekten bir eğitim eksikliğidir. Ne için bir kanıt aramak uygundur, ne için değildir.”
Halk oylamasıyla gelinen yerdeki duruşumuz/bakışımız biraz da bunun yansıması gibi geliyor bana.
Gidip yeni defterler, kalemler alıp yeni söze başlama isteğim de biraz bundan.
Ve okumaya Heidegger’den başlıyorum.
Ve onunla daha da ötelere gitmek istiyorum. Düşünerek, sorgulayarak ancak bir yere varabiliriz.
…
Ayakkabı boyacısının yanında oturan iki gençten birisi onunla sözümüzün arasına girip sormuştu:
“Sonuçtan memnun musunuz?”
“Şaibe yaratıldığı için değilim!”
Ona yöneltiyorum sorusunu:
“Ben memnunum. Ayrımcılık vardı bu ülkede. Biz yok sayılıyorduk, kardeşlerimiz örtündükleri için okullara alınmıyordu. Ülkenin zencileriydik adeta!”
Söz bazen tükeniyordu.
Bu, Türkiye’nin nasıl bir kimlik arayışında olduğunun da göstergesiydi aslında.
Sokakta olup bitiyordu her şey. Sokağa oynayan siyasetçi kazanıyordu. Ama örgütlenebilen muhalefetin, eğitilen gücün neler yapabileceği de ortaya çıktı böylece.
Çok da umutsuz değilim ülkemin geleceğinden.
Suç işleyen, yalan söyleyen, hırsızlık yapan güruh daha çok umutsuz bence!
Kentlerdeki insan eğitime, üretime katıldıkça, mesleklenince hayatın rengi değişiyor çünkü.
…
“…insanlık için yeni bir yücelim noktası bulmak olanaklı,” diyor Nietszche.
Düşünce yokluğunu oluşturan modern dünyanın teknolojisini kullanmaktır aslında; yani üretmemek/düşünmemek/yaratmamanın kıyısına getirir sizi bu tüketim hırsı.
Bu da insanlığı derin bir unutuşa sürüklüyor aslında.
Bir yanda düşünen/yaratanlar, tasarlayanlar, ötede de bunlardan tümüyle uzak, yalnızca tüketenler.
Unutarak yaşayanlarla hatırlayarak üretip tasarlayıp yaratanlar…
Evet, aramızda dağlar var.
Gene de, bizim günümüz hep böyle dağlarda geçecek; yabani ve yabanıl.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (2 Mayıs 2017)