Şeniz Baş: “Çocukların sorunlarını ‘Nasılsa geçer’ diye geçiştirmek yerine, bu sorunların gerçekliğini kabul edip, çözüm yolları aramak gerekiyor”

Aralık 7, 2024

Şeniz Baş: “Çocukların sorunlarını ‘Nasılsa geçer’ diye geçiştirmek yerine, bu sorunların gerçekliğini kabul edip, çözüm yolları aramak gerekiyor”

Söyleşi: Burak Soyer

Şeniz Baş’ın kaleme aldığı, Timaş İlk Genç Yayınları’ndan çıkan “Bizim Evin Tuhaf Halleri”, gençlik arifesindeki sekiz karakterle, bu yaşlardaki genç bireylerin sorunlarına realist bir bakış açısı getiriyor. Uzman Klinik Psikolog Oya Doğan’ın da tespitleriyle katkıda bulunduğu, Şeniz Baş’ın sıkı ön çalışması sonucunda ortaya çıkan kitap, emsallerinden birçok detay vesilesiyle sıyrılarak ayrı bir yerde konumlanıyor.

“Bizim Evin Tuhaf Halleri”, her ne kadar “ilk genç” kategorisinde yer alsa da şahsen ben, kitabı okuyacak yetişkinlerin, çocuk okurlara göre kitabın üzerinde daha fazla kafa yorması gerektiğini düşündüm. Evet, kitap, “büyüklerin dünyasında rengârenk hayalleriyle yer bulmak isteyen güzel yürekli çocukların” hikâyesini anlatıyor fakat diğer yandan da yetişkinlere de ayna tutuyor. Katılır mısınız bu görüşüme?

Benim hem “Bizim Evin Tuhaf Halleri”ndeki hem de serinin diğer kitaplarındaki meramım, çocuklara sorunlarının görüldüğünü ve anlaşıldığını hissettirmek. Yalnız değiller, bazı sorunlar kuşaklar boyu yaşandı, halen de yaşanıyor ve birileri bunun farkında.

Çocuklar için yazılan bu tarz kitaplarda olaylar ya da sorunlar sanki kendiliğinden ortaya çıkmış gibi gösteriliyor. Dahası, bu sorunları çocukların tek başlarına çözebileceği gibi gerçekçi olmayan bir atmosfer sunuluyor. Bu benim bakış açımdan doğru değil. Bu sorunların bir kısmı çocukluğun ve bireysel bakış açılarının getirdiği doğal çatışmalardan oluşuyor. Diğer kısmı ise ebeveynlerin yaşam görüşleri ve becerileri doğrultusunda aldıkları kararlardan ya da yaptıkları seçimlerden doğuyor. Bu nedenle ebeveynleri/yetişkinleri odağa almadan, sorumluluklarını ve dâhil olabilecekleri alanları göstermeden çocuklara karşı samimi olmam imkânsız diye düşünüyorum. En önemlisi çocuklara, sorunlarıyla yalnız başlarına kalmamaları için, yetişkinleri işaret etmeye çalışıyorum. Sorunların bir kısmı burada, çözümü de onlar olmadan bulamazsın diyorum.

Bu çerçevede aslında bu kitabın hem ebeveynler hem de çocuklar tarafından okunmasını da çok arzu ederim. Keza bu yönde birçok e posta da alıyorum. Belki ileride bir zaman bulabilirsem, bu meselelerin bir de yetişkinler dünyasından nasıl göründüğünü ve çocuklarına nasıl destek olabileceklerini anlatmak istiyorum.

Melisa, Nida, Sidar, Ece, Asya, Doğu, Meyra, Batı… Ve elbette onların ebeveynleri… Bir kitap için çok fazla karakter var fakat siz meramınızı anlatmak için bu karakterlere “konu başlıkları” gibi roller yüklemişsiniz, çok da iyi yapmışsınız. Fakat burada dengeyi tutturmanın çok zor olduğunu sanıyorum. Hiçbir karakter diğerinin önüne geçmiyor. Her birinin derdine eşit mesafede ortak oluyoruz. Bunu nasıl sağladınız?

Sadece hikâyelerde değil, kendi hayatımda da her bir çocuğu/her bir insanı çok önemsiyorum. Ağırlık merkezi zaman zaman durumlara göre değişse de bir sonraki aşamada hemen dengeyi sağlamaya çalışıyorum. Bir tutum ya da tavrı hayatınızın geneline yayarsanız, onunla hemhal oluyorsunuz, sonrasında özel bir çaba göstermeniz gerekmiyor. Velhasıl bu bakışın doğal olarak metinlerime yansıdığını düşünüyorum.

Bununla birlikte “konu başlıkları gibi roller” kısmında detaylı bir çalışma yaptım. Öncelikle uzunca bir süre bu serinin başlıkları için çocuklarla ve ebeveynleriyle görüştüm. Oradaki deneyimleri anlamaya çalıştım. Buradaki gözlemleri hem yabancı hem yerli birçok kaynak okuyarak derinleştirdim. Çocukların önemli ve çözülemez gördüğü sorunları belirledim. Elbette hepsini hikâyeye katmak mümkün olmadı ama ortak kaygıları simgeleyen meseleleri aldım.

Teknik kısımda ise her bir karaktere özel alan yarattım ve hikâyesi üzerine düşündüm. Yukarıda belirttiğim ortak kaygıları karakterlere dengeli dağıtmaya gayret ettim. Her şey de bunun başına geliyor olmasın diye her bir karakter için bir odak aldım. Karakterlerin sorunlarının birbirini gölgelememesine özen gösterdim. Bunda en önemli payın her karakterin kendi hikâyesinde başrol olurken diğer hikâyelerde destekleyici rol alması olduğunu düşünüyorum.

Sıradan bir çocuk, ilk genç, gençlik romanında çocukların, gençlerin yaşadığı sıkıntılar çok daha naif bir dille anlatılır. Ancak “Bizim Evin Tuhaf Halleri”ni bu bağlamda daha “realist” olarak değerlendirebiliriz. Bu bilinçli bir tercih miydi?

Kesinlikle bilinçli. Seride çalıştığım klinik psikologlar bazen gerçeğin yazdıklarımdan daha ağır olduğunu da söylediler. Ben de kesinlikle öyle düşünüyorum. Yaptığım ebeveyn/çocuk görüşmelerindeki bazı olayları hikâyelere katarken bazen elemek ya da inceletmek durumunda kaldım. Buna karşın gerçekten çok da taviz vermek istemedim. Çünkü çocuklar kendi yaşadıkları zorlukların başkaları tarafından hafife alınmasından veya görmezden gelinmesinden rahatsız oluyorlar.  –kim olmaz ki?- Onların sorunlarını “Nasılsa geçer” diye geçiştirmek yerine, bu sorunların gerçekliğini kabul edip, çözüm yolları aramak gerekiyor.

Ancak bunu yaparken çocuk edebiyatının temel ilkelerini de göz ardı etmedim. Çocukların gerçekliğini fazla yumuşatmadan ama onları da örselemeden aktarmaya çalıştım. Umut ve çözüm perspektifini korumaya özen gösterdim. Bir de çocukluğun o hiçbir şeyle gölgelenemeyen neşesini diri tutmayı önemsedim.

Bir son söz söylemek istiyorum burada: Biz yetişkinlerin görevinin çocukları hayata hazırlamak olduğuna inanıyorum. Korumak kısmında aşırıya kaçtığımızda durumlara hazırlıksız yakalanan, onların gerçek boyutlarını anlayamayan, sorunların içinde kaybolan, ya bunlardan kaçan ya da bunların altında ezilen bireyler ortaya çıkmasına katkı sağlandığımızı düşünüyorum. Hayat pamuk şeker tadında değil, tatlı ekşi tavuk gibi bence.

Yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak şunu da sormak isterim: Bıçak sırtı bir mevzu üzerinde dolaşıyorsunuz ve bunu yaparken tabiri caizse “suya sabuna dokunmaktan” kaçınmıyorsunuz. Misal, kitapta bir “dert” sıralaması yapsak muhtemelen Sidar’ın biyolojik ailesini bulma ümidi başa oynar fakat siz Doğu’yla Batı’nın oda yüzünden yaptığı “sıradan” tartışmaların da aslında çocukların, yolun başındaki gençler için ne kadar büyük önem taşıdığına okuru inandırıyorsunuz. Buradaki “kırmızı çizgiyi” nasıl çektiniz?

Bıçak sırtı bir konu olduğu tespitinize yürekten katılıyorum. İşin içinde “aile” oldu mu çok tehlikeli sularda geziyorsunuz. “Ailenin bölünmez bütünlüğüne, anne ve babanın sarsılmaz otoritesine” saldırı gibi de algılanabilirdi yazdıklarım. Şükür ki yorumlar öyle değil.

Aslında tüm aklı başında insanlar gibi ben de sağlıklı aile yapılarının bireyin gelişiminde çok değerli bir rol oynadığını düşünüyorum. Kurduğumuz bağların getirdiği etkileşimlerle benliğimizi inşa ederiz. Bu etkileşimler ne kadar gerçek ve ne kadar samimi olursa o kadar zorlukların üstesinden gelme ya da güzelliklerin keyfini çıkarma kapasitemiz artar. O yüzden “kol kırılsın yen içinde kalsın” ya da “halının altına süpür gitsin” olsun istemedim. Hadi görüp konuşalım ve yolumuza devam edelim anlayışını önde tuttum.

Bir de ben ailenin üyelerine çok eşit bir yerden bakıyorum. Çocuk da insan, anne baba da insan. Dolayısıyla her insan gibi ön yargıları, hataları, aymazlıkları, şıp diye çözdükleri, pıt diye içine düştükleri var. Ne çocuklar kusursuz ne de aileler mükemmel olmak zorunda. Herkes birbirinin insan olduğunu anladığında aradaki ilişkilerdeki gerilimlerin, çatışmaların doğal olarak azalacağını düşünüyorum. Bu nedenle bir fayda sağlamaya çalışırken “suya sabuna dokunmayayım” dersem sorunun bir parçası olurdum. Oysa ben çözümün bir parçası olmak istiyorum.

Sorunun ikinci kısmına ise ikinci soruda biraz yanıt verdim. Ekleyecek olursam; “Herkesin derdi kendine ağır” diyebilirim. Çocuklara şunu demek istemem, başkalarının da demesini doğru bulmuyorum: “Bak insanlar neler yaşıyor, sen odanı kardeşinle paylaşamıyorsun diye ağlıyorsun.”

Üstelik her bir yapı farklıdır. Kimi Hello Kitty başlıklı kalemini kaybeder ve bir yara olarak bir ömür boyu taşır. Kimi ailesinden birini kaybeder ve yola devam etmenin bir yolunu bulur. Bunun doğrusu yanlışı yoktur. İnsanları duyguları ve o duyguların yoğunluğu için yargılayamayız. Çocuklar da birer insan olduğuna göre onları da…

Kitapta Uzman Klinik Psikolog Oya Doğan danışman olarak size yardımcı olmuş. Aranızda nasıl bir paslaşma oldu? Biraz kitabın çıkış sürecinden bahseder misiniz?

Çocuktan Al Bilgiyi serisinde yapmak istediğim benim yazarlık çizgimi biraz daha ileri bir noktaya çekiyor. Sadece gözlemler ve kendime dair bakış açıları geliştirmiyorum, çocukların dilinden öneriler de getiriyorum. Bu, sorumluluğumu arttırıyor. Ben de hekim yemininin ilk maddesini – sadece bir yazar olsam da- önüme aldım: “Önce zarar vermeyeceksin.” Bu nedenle özellikle öneriler kısmının teyidine ihtiyaç duydum. Bu aktarımlara eklenebilecek ya da çıkarılması gereken unsurlar olup olmadığı konusunda destek aldım. Serinin ilk üç kitabında Büşra Tarçalır Erol ile çalıştık. Bizim Evin Tuhaf Halleri’nde ise Oya Doğan bana eşlik etti.

Oya Hanım, serinin ilk üç kitabını da önceden okumuştu ve beğenisini dile getirmişti. Ne yapmak istediğimi çok net biliyordu ve üzerine konuşmuştuk. Bu ön bilgi, sürecin daha hızlı gelişmesini de sağladı. Ben bölümler halinde yazıp yolladım, Oya Hanım notlarını ve önerilerini iletti. Neyin daha çok fayda sağlayacağı, hangi unsurların daha örtük ifade edilebileceği gibi noktalarda desteği oldu. Özellikle evlat edinme süreçleri, bunların çocukla paylaşımı ve sürecin yönetilmesi konusunda önemli katkıları var. Kendisine içten ilgisi ve destekleri için burada bir kez daha teşekkür ederim. Yanımda olmasının verdiği güvenle daha da rahat çalıştım. 

Nihayetinde, “Bizim Evin Tuhaf Halleri”ni dönüp dolaşıp, “Anlatılan bizim hikâyemizdir” tabirinde buluşturabiliriz bence. Ne dersiniz?

Geçen aylarda Nathalie Sarraute’nin Çocukluk kitabını okudum. Kısmen Rusya, kısmen Fransa’da geçen bir çocukluk dönemi ve yirminci yüzyılın başı. Okurken her bir sayfada şunu düşündüm: “Çocukluk ne kadar aynı. Çocukluğun olayları görme biçimi, hissettikleri ne kadar aynı… Çağlar, kıtalar, ülkeler ve diller bile bunu değiştirmiyor.”  O yüzden evet, anlatılan bizim hikâyemiz.

Üzerine düşünmemi sağlayan nefis sorularınız için teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (7 Aralık 2024)

Yorum yapın