Geçtiğimiz yıl yayımlanan “Hanımların Dikkatine” adlı öykü kitabıyla 2012 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne layık görülen Seray Şahiner; ödülü, edebiyatı ve hayatı anlattı…
“…Cesaretimi mükafatlandıran bir ödül!”
Yunus Nadi Öykü Ödülü’nün başucunuzda olması nasıl bir duygu?
Benim için çok kıymetli ve cesaret verici bir ödül. Jürisi okuru olduğum insanlardan oluşuyor. Bundan dolayı ayrıca mutluluk duydum. Gelin Başı’nda belli ölçüde kabul görmüş bir anlatımım vardı. Hanımların Dikkatine’de ilk kitabın çok dışında bir kurgu ve dil kullandım. Nasıl karşılanacağını pek kestiremesem de ilk kitaptaki övgülerin geri alınabileceğini düşünmüştüm. Yunus Nadi Öykü ödülü, anlatımımla birlikte, masaya otururken ki cesaretimi mükafatlandıran bir ödül oldu benim için. Bu açıdan çok kıymetli.
Ödüle layık görülen eseriniz Hanımların Dikkatine’den bahsedebilir misiniz?
Hanımların Dikkatine'de aynı günde geçen dokuz öykü yer alıyor. Filmlerin, kitle iletişim araçlarının, reklamların; resmi formların, pozitif düşünce kitaplarının… Sistemin hayatımıza kampanyalar, sloganlar, ikazları içeren dış metinlerle dikkatimizi çekerek, bilinçaltımız suretine bürünerek, yaşamımızı nasıl yönlendirdiğine odaklandım. Filmlerden öğrenilen aşk, masallardan kurgulanan gelecek; reklam kampanyalarının sunduğu ilişki modelleri, pozitif düşünce kitaplarının aktardığı iyimserlik; sağlık formlarının sorguladığı cinsellik; banka müşteri hizmetlerinin belirlediği “memnuniyet” kriterlerinden kotardıklarıyla kendilerine bir hayat biçmeye çalışan kadınlar var kitapta. Dil ve söylemlerle ilgili bir derdim vardı, onun üzerine gittim. Kalıbı çıkarılmış bir yaşam sürüyoruz. Aşk anlayışımızı filmler, güzellik anlayışımızı reklamlar belirliyor. “En güzel”, ya da “en güzel gibi” olmanın da yolunu gösteriyorlar: tüketim. Fiyatını ödeyip de olamayacağın hiçbir şey yok. Ünlülerin kullandığı marka makyaj malzemesiyle güzel, elbiseyle alımlıyız! Kendimiz olarak saatlerce çalışıp, başkalarının hayatını yaşamak için para ödüyoruz.
Hanımların Dikkatine’de genelde alt-orta sınıftan insanları anlatmışsınız…
İyi müzik gruplarının konser kayıtları gibi yazmak istiyorum. Dinleyen, “bu konserde ben de vardım, şarkıya eşlik eden seslerden biri de bendim” desin. Gücü 3. sınıf bilete yetenlere protokol sırasını ayırdım. O yüzden en net onların sesi duyuluyor.
Öykülerinizde, “yemek” neredeyse ayrı bir kahraman, neden?
Değişik sosyal sınıflardan, ruh hallerinden insanları anlatıyorum. Yemeğe bakışları bir anlamda hayattaki konumlarıyla da paralel. “Karnını ekmekle tıkama” diyen anneyle, “yemeğini ekmek ban da ye” diyenin sofrasındaki yemekler de birbiriyle aynı değildir. Bir evde her gün meyve yeniyorsa, ama kişi başına sayıyla düşüyorsa, orası muhtemelen bir memur evidir. Salatanın üzerine gül yapılmış domates, civciv yapılmış limon kabuğu kondurulmuşsa, o akşam hatırlı misafir gelecek demektir. Ve bozdolabı boşken salonda mükellef bir rakı sofrası kuruluysa; bu, hayatını o masaya oturacak adama endekslemiş bir kadının evidir. Bir evde ramazan sofralarını ayran, limonata, şalgam gibi geleneksel içecekler değil, su bile değil, kola süslüyorsa, şirket yerelleşme politikalarında başarılı olup, hayatımızı kendi suretinde yeniden yaratmış demektir.
“Ben sırf yazmayı değil, konuşmayı da yazarlardan öğrendim…”
Yeni nesil Türk öykücülüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu kuşağın içinde olmaktan çok mutluyum. Baktığınızda hepsinin yazıyla anlattığı bir meselesi var. Edebi yönden olduğu kadar dert edindikleriyle de çok kıymetliler. Hem içinden geçtiğimiz çağa tanık oluyorlar, hem sistem içinde gördükleri aksamalara dikkat çekiyorlar.
Öykünün bir tür olarak Türkiye’deki durumu nasıl sizce? Öyküyü keşfedebilmiş sayılır mıyız?
Piyasanın genel anlamda bir roman beklentisi var ama bu diğer türlerin okur açısından kıymetsiz olduğu anlamına gelmiyor. Çok köklü bir anlatı geleneğimiz var. Ben sırf yazmayı değil, konuşmayı da yazarlardan öğrendim. Aziz Nesin olmasa mizahın gücünü, Sait Faik olmasa sıradan denilen durumların ne kadar göz kamaştırıcı olduğunu bilemezdim. Öyküyü zaten keşfetmiştik. İyi öykücüler sayesinde, yaşamayı da keşfediyoruz.
Kültür-sanat gündemini uzun süredir meşgul eden “Edebiyat Ödülü mü, Ödül Edebiyatı mı?” sorusuna sizin vereceğiniz cevap ne olurdu?
İyi bir metin üretmek için ömrünü bir masanın başında geçiren birinin, bunu sırf ödül almak için yapacağını sanmıyorum. Ödüller tabii ki çok kıymetli, ama hedef değil, sonuçtur. Yazı, çok kapalı bir süreç. Yazın perdeleri açsam, kesin “beni bu havalar mahvederdi”. Bu kadar asosyal bir iş yapıyorken asıl ödül, yazdığınızın hayata karıştığını görmek. Fuar yahut söyleşilerde, insanların öykülerim üzerine sorular sorması, eve kapanmamın hayata açılmak gibi bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bunu da ödül olarak görüyorum.
“Genç bir yazar olmak” ne demektir?
Genç yazar, kadın yazar, yahut “şuralı” edebiyatçı… Bu tanımlar insanın etrafına bir çerçeve çiziyor aslında, sınır bir nevi. Bir kere yazmaya başladın mı 50 yaşına kadar genç yazar diyorlar. “Genç yazar”lığım, gençliğimden uzun sürmez umarım. Haksızlık etmek de istemem, genç yazar tanımında biraz affettirici, yola yeni çıkan bir yazarın sürecini kollayan bir yan da var. Bu hoşgörü bana da gösterildi.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı? Bahsedebilir misiniz?
Bir sinema filmi senaryosu ve Orhan Kemal’in sinemayla ilişkisi üzerine bir inceleme kitabı yazıyorum. Ne zaman biteceğini bilmediğim öyküler var elimde. Bunların dışında, bir roman için araştırma safhasındayım.
Söyleşiyi gerçekleştiren: Şebnem Soral – Can Yayınları (11 Mayıs 2012)