İlk kitabı Yürek Tutsağı’nın yayımlanmasından dört yıl sonra, Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar ile okuyucularının karşısına çıktı Serhan Ergin. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan bu kitapta, bir arkadaşlık ve aşk hikâyesi anlatılıyor. “Ankara’yı çok seven, sokaklarında dolaşan, hep birlikte vakit geçiren iki kafadar”ın hayatına giren Filiz –herhangi bir kadın değil, Filiz– karakterlerimizi ve onların yaşamını tümüyle değiştiriyor. Ergin’le yeni kitabı üzerine söyleştik.
İlk kitabınızın yayınlanmasının üzerinden dört yıl geçmiş. Bu süre boyunca neler yaptınız? Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar’ı yazarken nasıl bir süreçten geçtiniz?
İki kitap arasındaki süre biraz uzun oldu, aslında böyle olmasını istemiyordum fakat mühendislik hayatıma ait yapmak zorunda olduğum başka işler arayı uzattı. Bu kitabı yazmadan önce aslında başka bir roman üzerinde çalışıyordum, birden bire Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar’ın fikri düştü zihnime, ben de diğer çalışmalarımı durdurup bu romanı yazmaya başladım. Romanın kurgusunu baştan yapıyorum ben, karakterleri, olayları tasarlıyorum baştan, yazma kısmı ise en sona kalır. Yine öyle oldu. Romanın tasarısı çok önce bitmişti, geçtiğimiz bir–bir buçuk yıl ise bulabildiğim her zaman aralığında yazmakla geçti.
Romanınızın adı bize ne anlatıyor? Öyle geçen akşamlar nasıldı, sonrasında ne oldu da öyle geçmez oldu?
Romanda çok yakın iki dost olan Mahir ve Zafer’i tanıyoruz. Ankara’yı çok seven, sokaklarında dolaşan, hep birlikte vakit geçiren iki kafadar. Onlara kalsa Sakarya’nın birahanelerinde, okudukları üniversitenin kampusunda, genelde müdavimi oldukları mekânlara giderek, oturup sohbet ederek, evde film izleyerek, zaman zaman eski arkadaşlarla görüşerek geçerdi akşamlar. Fakat sonra Filiz geldi, Zafer’in sevgilisi. “Herhangi bir kadın değildi, Filiz’di o,” diyor Mahir onun için. Onun gelmesiyle Ankara akşamları eskisi gibi geçmez oldu. Aralarına yeni birinin girmesi şüphesiz pek çok alışkanlıklarını, yaptıkları şeyleri, paylaştıklarını değiştirdi, hele ki gelen Filiz gibi bir kadın olunca…
Romanın anlatıcısı Mahir, Zafer’den “sen”, Filiz’den “o” diye bahsediyor. Niçin böyle bir tercih yaptınız, tersi olsa ne değişirdi?
Tüm roman Mahir’in Zafer’le konuşması şeklinde anlatılıyor. Bu bir tür günah çıkarma ya da iç dökme olarak da yorumlanabilir. Yazılanların tümü Mahir’in Zafer’e hitaben anlattıkları. “Sen” ve “o” öznelerinin kullanılması bundan ötürü. Zafer’e “sen” diye hitap ediyor, Filiz’den “o” diye bahsediyor. Bu tercihi yapmamın ilk sebebi tabii ki hikâyeyi bu şekilde daha samimi, daha etkileyici kılabileceğimi düşünmem. Bir diğer nedeni ise Mahir’in Zafer’e anlattıklarının veya anlatamadıklarının üzerinden insanlar arasındaki iletişim problemlerine, buna belki de problem dememek daha doğru olacak, iletişim biçimlerine diyelim, bir gönderme yapmaktı. Bazen konuşulmayanlar, konuşulanlardan daha fazlasını belirler insanların hayatlarında. Samimiyet, içtenlik filan denilerek yüceltilen şeyler var günümüzde. İçtenlik örneğin “iç”ten bağımsız değerlendirilemez. Birinin içtenliğine bakarken içine de bakmak gerekmez mi? Veya birinin aklına gelen, zihninden geçen her şeyi söze dökmesi samimiyet midir? Yazarken bunları çok düşündüm. Tersi olsa ne değişirdi? Hikâye anlamında bir şey değişmezdi elbette ama o hikâyenin okuyanda yarattığı hisler, düşündürdükleri yönünden eksik kalırdı sanıyorum.
Roman Ankara’da geçiyor ama metin boyunca Ankara’dan bir kaçış da var. Başı sıkışan, canı sıkılan başka bir memlekete kaçıyor. Nedir bunun sebebi?
İnsan kaçmak istediğinde, kaçmaktan bahsettiğinde, içinde bulunduğu yeri terk etmekten söz eder. Oysa çoğunlukla bir yanılgıdır bu. Kaçmak istediği kendisi çıkar sonunda. Ve insan kaçtığında, kurtulmak istediği şeyi, kendisini de yanında götürür. Şehir, anılar, eski günler, kırgınlıklar, utançlar, vs. hepsi yanında gelir ve o umutlu kaçış hüsranla son bulur. Ancak kendisiyle yüzleşebilen, kendisine hesap verebilen kişi kurtulabilir kaçtıklarından. Bu romanda da olan şey bu aslında, yoksa Ankara’yla bir alıp veremedikleri olduğunu düşünmüyorum.
Şimdi üzerinde çalıştığınız bir eser var mı? Önümüzdeki dönem için planınız nedir?
Var, romanı bitirmemden çok kısa süre sonra yeni bir romanın ilk ışıkları düştü zihnime ve yazmaya da başladım açıkçası. Bu defa “zaman” kavramıyla didişiyorum. Diğer taraftan öyküler yazmayı da sürdürüyorum. Çok katı çizgileri olan bir planım yok doğrusu ama elimden geldiğince yazmaya ve yazdığımdan daha çok okumaya çabalıyorum.
Söyleşi: Aybars D. Bayındır – edebiyathaber.net (17 Ağustos 2015)