Söyleşi: Deniz Sessiz
Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan yeni romanınız Arkadaşım Çelik, Atımın Kuyruğu isimli ödüllü öykünüzden yola çıkarak kaleme alınmış bir kısa roman. Bir öyküden roman yaratmak, aslında bir fikrin derinleşmesine ve katmanlanmasına olanak tanıyan bir süreç. Bu süreçte nasıl bir yol izlediniz?
Bir metni yeniden düzenlemek sıfırdan yazmaktan çok daha zor. İnsanın bazı sevdiği şeylerden vazgeçmesi gerekiyor. Yazdıkça ve sonuca doğru gittikçe metinle ve metindekilerle bir bağ kuruyorsunuz. Bu bağa zarar vermeden metni güçlendirdim. Karakterlerin duygu durumları üzerine daha fazla kafa patlattım.
Romanın ana konularından birisi de organik yaşam. Modern yaşamın, doğayla olan bağımızı kopardığı görüşündeyim. Yarattığımız bu suni dünya, bizi yediklerimizden içtiklerimize kadar etkiliyor. Romanın ana karakteri benimle de aynı düşüncede olmalı ki ters göç yaparak köye/kırsala yerleşiyor. İdealize ettiğimiz yaşamı kurarken nelerden fedakârlık yaptıklarımızı bir kez daha hatırlamamıza yardım ediyorsunuz. Çocuklarla bu konuları konuşmanın ve tartışmanın önemi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aslında ben kitabı çocuklara olduğu kadar ebeveynlere de yazdım. Çünkü çocuklar önlerine ne konursa onu tüketiyor. Belirli bir yaşa kadar alternatifini bilme imkânı yok. Evde küflenen yoğurt bozuk diye çöpe atılıyorsa çocuk da küflenen her şeyin onu zehirleyeceğini düşünüyor. Dünden arta kalan pilav, çorba yapılmak yerine çöpe atılıyorsa bu da ona doğrudan bir mesaj veriyor. Ben en temelde hayatın içindeki bu doğal dönüşümü anlatmaya çalıştım. Bu, tasarruftan çok çevremizdeki dünyayla ilişkimiz açısından önemli. Biz şehirlerde, özellikle de metropollerde, doğayla olan ve içimizden gelen bağı kaybettik. Çocuklara geri dönüşüm gibi konuları “dünyanın sonu gelecek” korkusuyla aktarıyoruz. Bu, eskiden çocuklar yemek yemediğinde onları “öcü geliyor” diye korkutmaktan farksız. Öte yandan onları çok suni ve steril ortamlarda yetiştiriyoruz. Bir kedinin bir kuşu kaptığını görsek gözünü kapatıyoruz. Oysa amacımız onu geleceğe hazırlamak. Ancak davranışlarımız bu amaca hizmet etmiyor.
Sena ve ailesinin belirli standartlarda yaşadıkları hayatı geride bırakarak kırsala yerleşmeleri ters göçün en güzel örneklerinden. Her şeyden vazgeçmek yerine değiştirmeyi ve dönüştürmeyi tercih ediyorlar. Peki sizce, romanda da yaşanan/idealize edilen bir hayat mümkün mü?
Açıkçası çoğumuz için mümkün değil. Metropollere, kopmaz sandığımız halatlarla bağlıyız. Fakat bir fantezi de değil. Bunu yapan insanlar var. Hem de aralarında çok ünlü insanlar var. Hayko Cepkin, Özlem Tekin gibi sanatçılar tersine göç edenlerden. İpek Hanım’ın Çiftliği’nin kurucusu, doğal yaşam sevdalısı, Pınar Kaftancıoğlu’nun da benzer bir tersine göç hikâyesi var. Bence böyle bir yaşam çok daha yalın ve sade olduğu için insanın buna alışması çok daha kolay. Ömrünü kırsalda geçiren birini oradan alıp Mecidiyeköy Meydanı’na bıraksanız arkasına bakmadan kaçar gider.
Romanda dikkat çeken bir diğer nokta da çocukların gerçek hayattan ne kadar kopuk yaşadığı/kopuk olduğu. Sena’nın yeni düzene karşı olan önyargılı yaklaşımı ve kümesten yumurta alırken yaşadığı deneyim de bu durumu örneklendiriyor. Sizce Sena, günümüz çocuklarının ne kadar yansıması?
Sena en azından kümesten yumurta almaya gidiyor. Başka bir çocuk bunu da yapmayabilirdi. Çocukları maalesef biz bu hale getiriyoruz. Onları korumak kisvesi altında sürekli planlanmış ve önceden düzenlenmiş alanlarda yaşatıyoruz. Doğalarında olan şeyler tam tersi. Onlar çamurda da oynar, yerdeki salyangozu eline alıp eve de getirir, kediye taş da atar. Doğrusunu yanlışını öğrenene kadar dener de dener. Bizim jenerasyonumuz bu konuda biraz daha şanslıydı. Fakat şuna da inanıyorum, Sena annesinden de babasından da çok daha hızlı adapte olacak yeni yaşadığı yere. Bu konuda çocuklardan öğreneceğimiz çok şey var…
Yaşam öykünüzden gördüğüm üzere deneyimli bir marka danışmanısınız ve aynı zamanda da bir ebeveynsiniz. Yazarlık yolculuğunuzun henüz başlarında çocuklar için yazmayı tercih etmenizi biraz konuşalım isterim.
Yazmak bir tercih mi bundan pek emin değilim. Daha çok bir dürtü. Mesela güzel sulu bir meyve görünce insanın ağzı sulanır ya ben de güzel bir konu, tespit, sahne yakaladım mı yazmadan duramıyorum. Ama tabi insan önce böyle bir yeteneği olduğunu keşfetmeli. Ben lisede keşfetmiştim. Edebiyat öğretmenimiz “Dalgın dalgın yürürken, yerde içi para dolu bir cüzdan buldum,” cümlesini, ki cümleyi bugün gibi hatırlıyorum, tamamlayan, bir paragraflık bir şey yazın demişti. Ben iki sayfa yazmıştım… Fakat dürtü de yazmak için yeterli değil. Tercih kısmı burada devreye giriyor. Sonrasında çok eğitim aldım. Hikâye anlatıcılığı, senaryo yazarlığı, diyalog, öykü yazarlığı gibi konularda hem okumadık kitap bırakmadım hem de çok iyi isimlerin atölyelerine katıldım. Çocuk kitapları yazmaksa açıkçası oğluma kitap okurken gelişen bir heves oldu. Çok başarılı ve çok başarısız çocuk kitapları okuyunca ne yapıp yapmamam gerektiğini de gördüm. Sonrasında da yazdıklarımı yarışmalara göndermeye başladım. Hem işimle ilgili hem de edebi alanda yazmaya devam ediyorum, edeceğim.