Çınar ağacının çarpık gövdesi altında, göl kenarı bir masadayım. Öğle saati çoktan geçmiş, kahve boş. Sağ yanımda oturuyor, biraz kilo aldı ama hâlâ çekici. Gömleği ile ensesi arasından bir koku yayılıyor, parfüm değil. Ferahlığı ile övünen temizlik kokusu. Göl kıpırtısız, ayna gibi. Bulutların gölgesi kesintili beyaz. Çınar, meşe ve gökyüzününki ise kesif yeşil.
Sıkıntısını gizlemeye gerek görmeden bulutları seyrediyor. Sınır tanımadan doğudan batıya doğru süzülüyor, gölü aştıklarında görünmez oluyorlar. Onun bulutların peşine takılıp uzaklara gidecek bir hali var. Bense Ahab’ın beyaz balinayı gözlediği gibi, onun yüzünü, mimiklerini inceliyorum. Konuşurken sol kaşını hafifçe havaya kaldırmasını tereddüte, göz kapaklarının kepenk gibi kapanmasını yorgunluğa yoruyorum.
‘’Seni bilmiyorum ama ben, yeşil gökyüzü görmemiştim öncesinde’’ diyor, bulutların göldeki yansımasına bakarken.
‘’Mavi, göle düşünce renk değiştirir,’’ diyorum, “bunu şimdi fark etmen tuhaf.” O sırada, gündoğusu esiyor usulca, yüzeyde dalga denemeyecek, ışıltıyı doğrudan yansıtan titreme beliriyor.
‘’Kuzey ışıklarını, kutuplardaki ışık hüzmelerini kastetmiştim,’’ diye nezaketle düzeltiyor.
‘’Şundan eminim, gelip geçen bulutlar yerine, topraktan göğe uzanan, kıpırtı halindeki yeşil tanecikleri izlemeyi tercih ederdin. Oysa ben Akdeniz’de yaşamaya alışkınım, kutuplarda olsaydık, donardım,’’ diyorum. Üzerimdeki hırkaya sarıldıkça üşüyorum.
‘’Eskiden bütün gün cam kenarından dışarıyı izleyen yaşlıları anlamazdım, buraya taşındığımdan beri uzun uzun gölü izlemeyi alışkanlık haline getirdim,’’ diyor. Hırka giymemi yaşlanma alâmeti saymış olabilir. Kırklarımın başındayım, beni yaşlı birinin yerine koymasına biraz içerliyor, neşeli bir cümle kurmak istiyorum.
Bulutları seyretmediği anda garsonu kovalıyor gözleri. Sol elini havaya kaldırarak masaya çağırıyor. Garsonun saçı sakalı kırlaşmış, hırkasının fermuarını boğazına kadar çekmiş. Kısa ve sık adımlarla yanımıza geliyor.
Çınar yaprağının hışırtısını, suyun çakıla çarpışını duyabileceğimiz kadar sessizlik ve iki bira istiyoruz. Bardağa gerek yok, şişeden içeceğiz. İstediklerimiz şimdilik bunlar.
Masanın üzerinde mavi, beyaz kareli örtü, kül tablası ile peçetelik var. Bir de kitap, biraz önce iç cebinden çıkartıp masaya koyduğu. Eski bir kitap, sayfalarını çeviriyorum. ‘’Hoyrattır bu akşamüstüler daima’’ dizesi. Şiirin devamını okumamak için masanın üzerinde kar küreleri olduğunu hayal ediyorum. İrili ufaklı onlarca kar küresinden birini seçiyor, defalarca sallıyor, lapa lapa yağan ve dinen ve tekrar yağmaya başlayan karı izlerken her şeye yeniden başlamak istiyorum.
Garsonun siparişleri getirmesi gecikince, dedikodu havasında anlatıyorum, ‘’Hatırlıyor musun?’’ diyorum, ‘’iki ay önce, hani elektrikler on gün boyunca kesildiğinde. Mumlar, gaz lambaları ile hastaneyi aydınlatıyor, tasarruf etmek için sadece ameliyathanede jenaratör kullanıyorduk. Ercan Kesal aracıyla küçük bir kaza yapmıştı da, ilk müdahaleyi biz yapmıştık. ‘’
Garson masaya iki bira bırakırken, o ‘’Evet, hatırladım,’’ diyor yüzünde, sesinde hiçbir değişiklik olmadan, anlattıklarımdan etkilenmeden.
‘’Finlandiya’da çalışma saatlerinin sekizden altıya düşürülmesi konuşuluyormuş, biliyor muydun?’’ diye soruyor. Konunun dönüp dolaşıp buraya gelmesinden rahatsızım.
‘’Sayende Helksinki’yi sokak sokak tanıdım ama bunu ilk kez duydum,’’ diyorum. Onu kalmaya ikna etmeye çalışıyor gibi görünmek istemiyor, buna rağmen, elimin karnıma, küçük istiridyeme gitmesine engel olamıyorum. Ona incimden söz etmeyi hiç düşünmedim, yatağımda uyandığı sabahlarda bile. Değil ki, buradan ayrılmaya karar vermişken.
Rüzgâr yön değiştiriyor. Keşişleme saçlarımı yüzüme doğru havalandırıyor. ‘’Saçlarım tuzluyken daha sert,’’ diyorum, dudaklarıma yapışan birkaç tel saçı tadarken. Bunu onun için, onun hoşuna gidecek biçimde yapıyorum.
‘’Birkaç hafta sonra gidecek olmam, geride bıraktıklarım beni kaygılandırsa da, yaşamımı belirsizlikten uzak huzurlu bir ortamda geçirmek istiyorum,’’ diye açıklama yapıyor. Geride bıraktıkları onun için, yitik gençlik, ölmüş Marmara denizi, yanmış ege ormanları, kısaca batık bir ülke.
Rüzgâr sakinliyor, bu sırada garson boşalan bira şişesini almaya geliyor. Hayır, başka bir isteğimiz yok. Karşı kıyının çizgisi, gerçekle yansımanın sınırı gibi görünüyor, onları birbirinden ayıran ince bir çizgi. Yaşadığım şu hayat, bir çeşit karabasan sanki, gerçeğin kötü bir yansıması.
‘’Yeşil gökyüzünü izlemek için hiçbir yere gitmene gerek yok. Denizi karşına alıp gün batımını izlersen ve yeterince dikkatliysen güneşin yeşile döndüğünü görebilirsin,’’ diyorum.
İlk kez gülümsüyor. Gülüşündeki alaycılığı umursamıyorum. Doğrudan bana bakıyor, gözlerime. Gözlerimin renginden söz edecek mi? Bir keresinde, gözlerinin yeşili demişti, bazen ağaçların, bazen gölün yeşiline karışıyor. Geçmiş güzeldi, böyle anlar geçmişte kaldı.
Güneşin her günkü gibi, karşı yamaçların arkasından kayboluşunu işaret edip, ‘’Gün batımı ile kuzey ışıkları aynı şey değil,’’ diyor. ‘’Bizim dünyamız bu kadar işte. Sen şimdi düşünme bunları boş ver. Bak senin şişeni de bitirdim. Yarın her zaman güzeldir, istersen şimdi yalnızca yarını düşünelim ve bekleyelim. ‘’
Bakışları gökyüzüne kayıyor. Görüş alanımızdan çıkan her bulut sanki hiç var olmamış gibi. ‘’Gittiğimde beni unutacak mısın?’’ diye saf bir merakla soruyor.
‘’Başka bir halinle buralarda olmaya devam edeceksin,’’ diyor cümlemi hiçbir yere bağlamıyorum.
‘’Güneş battığına göre artık kalkalım, yarın yine geliriz’’ deyip, başparmağı ile işaret parmağını kullanarak hesabı istiyor. Hesabı bu kez ben ödüyor, ayağa kalkıp omzuna dokunuyorum. ‘’Nereye gidelim?’’ Sorduğu sorunun anlamsızlığı ortada. Gölde olduğumuza göre, cevap ancak şunlar olabilir: Eve veya hastaneye.
‘’Nasıl ki, kıyıda yetişen şu ağaçlarından bir tanesi bile kök saldığı topraktan ayrılamazsa, ben de buradan, yapılacakları günün ilk saatlerinde bitirip, ömür boyu akşam olmasını beklediğim bu yerden ayrılamam’’ diyorum, o, omzundaki elimi öperken.
Günlerimi sabırla tekrar ediyorum ama küçük bir ayrıntı bu, üzerinde durmaya değmez.
edebiyathaber.net (3 Kasım 2022)