
Michel Houellebecq’in yapıtlarını Eski Ahit’in İşaya, Yeremya gibi kehânet kitaplarının soy kütüğüne, o ana gövdeden bugüne uzanan alaycı bir dala yerleştirmeye meyilli oldum hep. Fransız yazarın kâhin olduğunu düşünüyor değilim; liberal ekonomiye beslediği derin hoşnutsuzluğun, onu 11 Eylül’den Charlie Hebdo saldırısına, sonra Sarı Yelekliler’e dek, tarihin sözüm ona sonunun kaynama noktalarıyla buluşturduğunu görebiliyorum ama. Doğru zamanda doğru yapıtları kuran bir performans sanatçısı olduğunu da varsayabiliriz Houellebecq’in. Goncourt ödülü sahibi, iyi bir yazar olduğunu göz ardı etmemek şartıyla.
Onu tanıyanlar, 2019 tarihli Serotonin açıldığında, Florent-Claude Labrouste’un yılgınlığını bu yüzden hemen tanıyacaktır: Kariyerle, kadınlarla başlayan listesindeki, bunca yıldır kendini unutma yöntemi olarak yeğlediği her ne varsa, hepsini tüketmiştir Houellebecq’in ana karakteri. Kendi numaralarından sıkılmıştır. İşinden istifa eder, genç sevgilisinden ayrılır. Okurlara, hayatta neden başarısız olduğunu anlatacağına söz veriyor hemen; der demez, başarısızlığının sorumluluğunu üstlenmektense “art arda yaşanan can sıkıcı olaylar” (s. 6) dizisine işaret edecek ama. Sorumluluğa, kıpırdamaya bu seviyede alerji geliştirmiş bir karakterin çözümü kendinde değil dışarıda, güçlü bir antidepresanda aramasına şaşmamalı. Ne var ki ilacın yan etkileri onu iktidarsızlıkla tanıştırınca, Labrouste’un felci bütünlenecek.
Böylece, sekizinci romanının tuvalini germiş oluyor Houellebecq. Labrouste’un, kıpırtısızlığın böylesini kendine bir tür rahim kurmak için mi seçtiğini kestirmek güç; kendi payıma, işinden, sevgilisinden ayrıldıktan sonra bir de yolculuğa çıkmasında bir doğum kanalı arayışı seçtiğimi belirtmeliyim. Houellebecq sanıyorum ki Yaban Çilekleri’nden aldığı ilhamla, ana karakterini anılar boyunca da seyahate çıkarıyor –belki de, ölü doğmaktan başka seçeneği olmadığına kendini son bir kez inandırabilsin diye. Kırkını devirmiş o bitik karakterin Paris’ten Normandiya’ya uzanışını izlerken, bir yandan da başarısızlığının başlangıç noktasını işaretleyebileceğimiz bir kilometre taşına çarpmayı bekliyoruz.
Geçmişini bugüne taşımayı denedikçe, silinmenin ona özgü olmadığını Labrouste da fark edecek gerçi. Eski sevgililerinin de geçmişteki hâlleriyle bugünkü arasında dağlar kadar fark var: Bir zamanların güzeller güzeli Claire’i, gövdesi alkolizme teslim olmuş bir aktris eskisidir artık; eski sevgilisi Camille yapayalnız kalmış, mutsuz bir annedir. Bir zamanlar yakın arkadaşı olan Aymeric ise evliliğiyle birlikte özsaygısını da yitirmiş, iflasın eşiğinde bir çiftçi.
Aymeric’in romandaki varlığı ilginç, zira yazının başında değindiğim kaynama noktalarından Serotonin’in payına düşene onunla yaklaşıyor Houellebecq. Fransız okurlar romandaki çiftçilerin Avrupa Birliği’nin süt kotalarını kaldırma kararı karşısında ucu silahlı çatışmaya değecek bir ekonomik darboğazla karşı karşıya kaldığını okurken, tam da aynı günlerde, sokaklarda Sarı Yelekliler’in sesleri yükseliyordu. Kalıcılığın, Fransız yazarın öncelikleri arasındaki yerini kestirmek güç; diyelim ki Godard’ın Masculin Féminin’i gibi, nefes alıp verdiği devrin temsili olsun diye gerçekleştirilmiş yapıtların ömrünü de bilse bilse zaman bilir. Ne var ki Houellebecq’in, bir ucunda milenyum estetiği olarak tanımlayabileceğim anlayışın, diğer ucunda varoluşçuluğun beklediği ipte, kedi umursamazlığıyla dengede durabildiğinin altını çizmeliyim.
Aynı fütursuzluk neticesinde, Serotonin’i kalburüstü çoksatar olarak yaftalamanın kolay olduğunun da. Gerek Houellebecq’in okurun suyuna giden üslubu, gerekse düşünce tarihinin zahmetli topraklarını adımlarken hazmı kolay cümlelere yönelmesi böyle bir etiketlendirmeyi kolaylaştıracak cinsten. Ne var ki, romandaki o “Kadınlar için Erkek Sevgisi Kullanma Kılavuzu” olarak adlandırabileceğim kısım da şahittir, Labrouste’un Schopenhauer’den Heidegger’e uzanarak kurduğu çözümleme imrenilecek kadar eksiksiz bir anlatı evreni. Houellebecq’in alaycılığında, “Ben yaptım, oldu,” çiğliği değil, “Başka türlüsü mümkün mü?” ağır işçiliği görüyorum.
Labrouste ise ağır işçilik olarak yatırımını, hayatını heba etmesini başkalarının, dünyanın, serbest piyasanın, ya da adına her ne dersek diyelim, onun zerre kadar umursamayacağını kabullenmeye yapmış. Bireysellik, geç dönem kapitalizmin dayatmalarıyla, ülküsel müşteriye dönüşmek ile yok olmak arasında seçim yapmaktan ibaret kalmışken, kendini ciddiye almak ile almamanın netice itibarıyla aynı kıpırtısızlığa varacağını, başka türlüsünün söz konusu olamayacağını öne sürüyor gibi, Houellebecq. Labrouste altın çağını geride bırakmıştır ve hayat artık onun üzerine vazife değildir. Hayat ne kelime, suçüstü yakaladığı bir pedofili ihbar edecek iradeden dahi yoksundur.
Bu hâliyle, koskoca bir şaka mı peki Serotonin, hatta bütünüyle Houellebecq yazını? Yanıtsız sorulardan bu; karakterlerini oluştururken, olay örgülerini kurarken kullanmayı yeğlediği çok sesliğinin bir ayağının Dickens’vari karikatürlerden, diğerinin Hugo’vari romantizmden destek alması temas etmesi kolay, nüfuz etmesi zahmetli romanlar ortaya çıkarıyor. Anlatıcılarının süslemesiz içtenliği de okuru esirgeyen bu dikkatsizliği besliyor üstelik. Labrouste’u, diyelim ki Humbert Humbert’ın soyundan gelen, okuru istismar etsin diye inşa edilmiş anlatıcılar safına yerleştirmek ne kadar kolaysa, örneğin Beckett’in kendi çekirdeğine doğru patlamış karakterlerinin akrabası olarak görmek de bir o kadar kolay. Neyse ki seçim yapmak zorunda değiliz: Houellebecq keyifli uyuşukluğumuz birkaç yüz sayfa boyunca sürsün diye elinden gelenin en iyisini, üstelik imrenilecek bir ustalıkla yapıyorken, can sıkıcı yanıtlar kimin umurunda?
edebiyathaber.net (29 Ocak 2025)