Sessiz yazıların üstadı Maurice Blanchot’dan: “Bekleyiş Unutuş” | Emek Erez

Haziran 25, 2014

Sessiz yazıların üstadı Maurice Blanchot’dan: “Bekleyiş Unutuş” | Emek Erez

untitled“Okuduğumuzu anlamadığımız olurda, anlamadığımızı okuduğumuz olur mu?” diye bir soru sorulsa kuşkusuz başlangıçta biraz garip gelecektir. Bunu başaran bir yazardır, Maurice Blanchot, sessiz bir yazı üstadı olarak tanımlanır çoğunlukla.

Sessiz bir yazı nasıl olur derseniz, bunu ancak deneyimleyerek, yani onu okuyarak anlamlandırabiliriz sanırım. Blanchot’nun yazı üslȗbu anlatmayan, açıklamayan ve bir türün kalıplarına sığdıramayacağınız bir yazma edimine karşılık gelir çünkü. Blanchot yapıtlarında Nietzsche, Heidegger, Rilke, Kafka, Foucault, Derrida, Levinas, Sartre gibi isimlerle hem edebi hem de politik bir söylem içerisindedir. Başlangıçta okur için okunması biraz sıkıntılı olsa da okudukça, tanıdıkça, onun bu farklı ve zengin üslȗbu sizi büyüleyecek ve ona karşı merakınız artacaktır. Geçtiğimiz ay içerisinde Monokl yayınları tarafından, Ender Keskin Çevirisiyle basılan “Bekleyiş Unutuş” adlı kitabı da yukarıda bahsettiğimiz özellikleri bulabileceğiniz bir kitap aslında.

Aynı otel odasını paylaşan kadın ve erkek karakter ve bir “dış ses” ile kurgulanan “Bekleyiş Unutuş” kitabını anlatmak ve açıklamak gibi bir iddiamız yok elbette.  Ancak cümle cümle beklemeyi, unutmayı, bekleyiş içinde unutmayı, unutmanın acaba bizi hakikate ulaştıran bir şey mi olduğunu veya bekleyişin içinde kaybolup gitmiş bir öznelik halini, kitabın cümleleriyle yorumlamaya çabalayabiliriz.

“Bekleyiş Unutuş” kitabı bekleyişin içinde kapatılmış iki öznelik durumundan mı bahsediyor? Kadın ve adam bir otel odası zamanın neredeyse sıfırlandığı mekȃnın içinde aslında orada duran ama yok olmuş iki karakter. İlişki içinde bekliyorlar çünkü gelecek vaat eden bir durum beklemek ama aynı zamanda öznel olarak da bir yok oluş durumu. Çünkü beklemenin sıradanlığına kapılmış bedenler için bir varlık durumu yok belki de. Kadının söylemeye çalıştığı gibi: “Burada kapalı kaldık, artık çıkamayacağız buradan”. Bu cümle aslında bir mekȃnda kapatılmışlıktan çok, içinde sıkışılıp kalınmış beklemeye bırakılmış bir yaşamın karşılığı. Çıkışın bir zamanı yok tıpkı beklemek gibi, beklemek sonsuz, tuhaf, sadece geleceğe bağlı ama farkında olunmayan bir beklentinin, kimin belirlediği belli olmayan bir dış gücün, özneyi dȃhil ettiği zamansız bir hapsolmuşluk.

Beklemeye başlayınca aynı mekȃn, aynı cümleler, aslında orada olmayan bedensel mevcudiyet ve artık asla olmayacak bir benlik durumu. Böyle bir durumda terk etmek terk ediş olamayacak, gitmek gidiş olamayacak çünkü varlık, beklemenin durağanlığında kayıp bir hiçlik. Hep burada olmayacakmış gibi olmak ama aslında hep burada olmak. Soru sormak ama aslında sormamak. “Hiç durmadan soruyorsunuz ama aslında sormuyorsunuz”, “konuşuyorum bekleyis_kapak_07 (2)ama duymuyorsunuz.” Beklemenin zamansızlığında kaybolmuş öznelikler, işitilmez olmuş sözler, cevabı belli sorular.

“Beni sadece sizdeki kayıtsız ve hissiz olan şeyle sevmenizi istiyorum” diyor kadın. Peki bu mümkün mü? Kayıtsız ve hissiz bir bireysel varlık olabilir mi? Özneliğin belirli, kurgulanmış, toplumsal bir kategoride olduğu düşünüldüğünde daha önce duyulmamış kayıtsız bir his var mı? “Tüm sözleriniz beni sorguluyor, hatta benimle alȃkası olmadığında bile.” “Çünkü her şey sizinle alȃkalı!” diyor kadın üzerinde oluşan güç, onun varlığının bu zamansız beklemenin içinde kayboluşu anlamına gelmiyor mu? “Eğer gerçekten siz olsaydınız güvenirdim.” diyor kadın, peki bir birey için gerçekten bir kendilik durumu söz konusu olabilir mi? Yani gözetimin esiri olmuş, kendisinden çok kurumsal bir varlığın biçimlenmiş kategorisine hapsedilmiş bir bireylik, artık kendi gerçekliğini kaybetmiş değil midir? Ve aslında bütün bunlar farkında olmadan beklenen bir zamanın içinde kaybolmuşluk, yokluk anlamına gelmez mi?

Blanchot okurken sanırım en çok yapılan şey onun anlatmadığını açıklamak için sormak ve sorulan her sorunun yanıtını aslında dönüp dolaşıp onun ilk dediğine bağlamak tıpkı bu diyalogların sonucunun hep bekleyiş içinde kaybolmuş öznelik durumlarına bağlayabildiğimiz gibi. Ancak bağladığımız şeyin onun anlattığı şeye karşılık gelip gelmediğinden emin olamadığımızı da söylemek gerek çünkü Blanchot metinleri düz bir çizgide ilerlemiyor. Onun zamanı, anlatmaya çalışmadığı, söylemediği aslında bu nedenle, hep sessiz kalıyor ve okuyucu onun sessizliğine ses olmaya çabalarken tıpkı kitaptaki karakterlerin yapmaya çalıştığı gibi “kelime fakiri” oluyor. Bu olumsuz bir anlama gelmiyor, sözlerin hepsi zaten söylenmiş o zaman söylenmemiş olan ya da daha az söylenmiş olan bir anlamda daha zengin olmuyor mu?

Peki ya unutuş? Bekleyişin içinden kaybettiğimiz varlık mı? Ya da unutuş bizi bekleyişten kurtaracak olan bir durum mu? Beklemenin içinde kaybolmuş özne gerçekliğini de kaybediyorsa o zaman bir bakıma kendisini, kendi öz varlığını unutmuş olmuyor mu? Peki ya unutuş, bize verili olanı unuttuğumuzda kendi gerçekliğimize daha da yakınlaşmamıza sebep oluyorsa? Bekliyoruz bilinçsiz, sonsuz bir zamanın içinde, beklerken sıradan ve monotonca devam eden bekleyişin bitişini belki de unutarak sağlayacağız. Bildiğimiz şeyler, bekleyiş içinde gerçekten bildiğimiz şeyler değil, asıl olan bilinmeyeni bilmek ve bilinmeyeni bilmek için gerekli olan şey unutuş ve unutuş aslında verili olanı reddetmek ve bu reddediş kendi varlığımıza, mevcudiyetini kapatılmış bir bireylikle, bekleyiş içinde kaybettiğimiz varlığımızla buluşturacak olan şey çünkü “unutuş gizli kalan bir armağan.” Unutuş bekleyişi bitirirse; bekleyişin bitişi ölümünde bitişi olacaktır; çünkü ölüm beklenen bilinmeyen bir VAN_VELDE_Bram_La_folie_du_jour__Maurice_Blanchot_Livre_d_artiste_avec_lithographies_sur_papier_Arches_835zamandadır. Ölüm yoksa onlara verilmiş olan mevcudiyet de anlamsız olacaktır. Bunun anlamı kişisiz bir mevcudiyettir, yok olmanın mevcudiyetidir. Yok olmanın mevcudiyetinin ise unutuşun mevcudiyeti üzerinde hiçbir etkisi yok çünkü mevcut olmak hatırlamakla ilgili değil. Mevcut olmak bireyin kendilik olmasıyla ilgili belki de kadının adamı unutmasının aslında onun kendi varlığını ortaya çıkarması gibi.

Blanchot yazdıkça silen bir yazar. Onun anlamları içinden kendi anlamlarımızı çıkarmakla onun söylemek istedikleri arasında gerçekten bir ilgi kurulabilir mi? Blanchot yazarken okuyucuya mı bıraktı bütün yükü? Sanırım her Blanchot okuyuşumuzda kuracağımız en anlamlı cümle şu olacak; “ Blanchot okudum kafamda deli sorular.”

Emek Erez – edebiyathaber.net (25 Haziran 2014)

 

Yorum yapın