Nurdan Gürbilek, son kitabı Sessizin Payı’nda kendi deyimiyle patikalardan ilerleyerek; adalet, vicdan, merhamet, utanç ve son zamanlarda sıklıkla üzerinde durulan, kutuplaşma kavramını, edebiyat ve felsefe metinleri üzerinden okuyor. Yazar iki soru üzerinden yola çıkıyor. Birincisi: Sessizin (henüz konuşmayanın, konuşma imkȃnı olmayanın, artık konuşamayacak olanın) payına daima el konur. O el konulan payı geri alabilir miyiz? İkincisi: Yazının da bir sessizi vardır. Sessizin payına bu kez kendisi el koymadan, oradan kendine miras çıkarmadan var olabilecek mi yazı?
Adalet kavramını Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabı üzerinden değerlendiren yazar, Fransız ceza avukatı Jacques Verges’in yargılayanların adaletini sorgulamak için kullandığı “kopuş stratejisi” kavramı üzerinden, konuyu ele alıyor. Raskolnikov’un; “Neden Napoléon cana kıyınca yargılanmıyor da ben yargılanıyorum? Neden yasa koyucular kan dökünce yargılanmıyor da ben yargılanıyorum.” Gibi sorularından yola çıkan yazar, bu sorular yoluyla adaleti belirleyenin ne olduğuna cevap arıyor. Raskolnikov’un bu haklı sorularını Kenan Evren üzerinden sorabilir miyiz? Kenan Evren davası bir kopuş davası olarak görülebilir mi? Soruları ise adalet ile ilgili denemenin, Raskolnikov üzerinden günümüze taşınmış soruları olarak karşımıza çıkıyor. Peki, Kenan Evren’in yargılanmış olması adaleti ne kadar sağlar? Sorusu ise sorulması gereken asıl soruya işaret ediyor. Olayın öne çıkan isimleri için bir adalet talebi var ama yazarın asıl sorunsalını kötülüğü görev edinip uygulayanlar, işkenceciler, bürokratlar ve yaşananlara rağmen sessiz kalanlar oluşturuyor. Ve de yaşanan onca kötülüğü normalleştiren, üzerine asıl düşünülmesi gereken ideolojik ve düşünsel çerçeve. Varılan sonuç Kenan Evren’in aldığı cezanın adaleti sağlamayacağı ve bu davanın asla bir kopuş davası olarak konumlanamayacağı, çünkü Evren, Raskolnikov’un şu sorusunu aklından bile geçirmiş olamaz; “Birilerinin iyiliği uğruna bir kişinin, yüz kişinin, binlerce kişinin yaşamını feda etmeye hakkım var mı?”
Gürbilek, vicdan kavramını Tolstoy’un yaşamı ve yazdıkları üzerinden değerlendiriyor. Ve yazarın metinlerinde hayal ettiği dünya ile kendi yaşamı arasındaki çelişkileri ortaya koyarak, acaba Tolstoy İvan İlyiç’e sordurduğu; “Doğru bir hayat mıydı benimkisi? Sorusunu, kendisine sormuş mudur?” Sualine cevap arıyor. Doğru ya da yanlışı belirleyen şey ne ise belki asıl soruyu oluşturuyor. Adorno’nun o ünlü cümlesini hatırlatıyor yazar; “yanlış yaşam, doğru yaşanmaz.” Ama elbette bu cümle bir kural ya da bir yöntem değil çünkü yine Adorno’ya atıfla belirtmek gerekirse; “özerk bir ahlȃk yok.” Ahlȃkı belirleyen genel, toplumsal, kültürel, geleneksel olgular ve yaşanmışlıklar var ve yine Adorno’nun deyişiyle; “Kendi bireysel varoluşumuzu bir ideolojiye dönüştürmekten kaçınmak” belki de “tek sorumlu davranış biçimi” olacaktır. Tolstoy’a döner isek o tam tersini yapmıştı belki de yoksunluğu ahlaki bir amaca çevirmişti. Ama her şeye rağmen o, vicdanı bu gün bulamayacağımız kadar kuvvetli bir yazardı ve bu nedenle vicdan konuşulurken ondan söz etmemek olmazdı.
Yoksulluk kavramını ele aldığı bir diğer denemede Gürbilek, Orhan Kemal ve Kemalettin Tuğcu çocuklarının kitaplardaki temsilleri üzerinden, iki yazarın birbirinden ayrılan yönlerini sorguluyor. Günümüzden baktığımızda, vahşi kapitalist dünyanın içinde başına gelen felaketi “bir hayırmışçasına algılayan ve bir şekilde yırtan” Kemalettin Tuğcu çocuklarının değil; “haysiyet, şeref, namus… Evet ama yenilir mi bunlar, içilir mi?” diyebilen Orhan Kemal karakterlerinin, bu dünyada yer ettiği sonucuna varıyor. Çünkü kim iddia edebilir bu gün bir şekilde kendisini kentin içinde bulmuş mendil, simit satan, ayakkabı boyayan çocuğun, bu soruları sormadığını ya da bu sorular zaten zorunlu olarak cevaplanması gereken sorular değil mi?
Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye kitabında oluşturduğu kültürel karşıtlığın acaba ideolojik bir tarafı var mıydı? Diğer denemede yazar buradan yola çıkarak son dönem çok üzerinde durduğumuz kutuplaşma kavramını irdeliyor. Bu günden Fatih Harbiye’ye baktığında ise Başbakanın “Taksim’den büyük Kazlıçeşme var” söylemine takılıyor Gürbilek, Safa’nın karşıtlığı bu sefer Kazlıçeşme ve Taksim olarak karşımızda ve bu sadece kültürel bir anlamda değil. Elbette altında ideolojik bir sınır var. Fatih-Harbiye’de olduğu gibi çünkü Safa’nın da bir tarafı var ve bu nedenle Fatih-Harbiye karşıtlığının anlamı sadece kültürel olamayabilir. Peki, Gezi’de ne oldu? Aynı yeryüzü sofralarında buluşan “çoğul” kalabalık Safa’nın; “Ayrı kıta, iki ayrı hayat, iki ayrı metafizik” şeklinde yaptığı ayrımı, Gezi direnişine katılan antikapitalist Müslüman eylemcinin söylediği gibi; Fatih-Harbiye hattını yapı söküme mi uğrattı? Pek çok farklı grubun bir araya geldiği direniş aslında Cumhuriyetin ya da Ulus Devletin inşa etmeye çalıştığı “tekili”, “çoğula” dönüştürerek, belki ilk kez bir yarık açmıştı ve evet bu bir yapı-söküm olarak görülebilir. Çünkü bu yarık, Fatih Harbiye hattında ilerleyen tekil ve düz bir çizgi değildi. Bu yarığın Roboski’den, Lice’ye ve Hrant’a kadar farklı istasyonları olan çok yönlü bir çizgisi vardı.
Yazı neyi kurtarır? Gürbilek’in son sorusu. Bu deneme, yazarın yazma edimini ve yazarlığı sorguladığı bir bölüm olarak karşımıza çıkıyor ve pek çok soruya cevap arıyor. Yazar kendi hayatını ve ya çevresindekilerin hayatını mı satıyor? Pek çok kötü şey yaşayan birisinin yaşadıkları, öyküsünü anlatılmaz mı kılar? Yazı görünmezi göstermeye çalışırken ya görünmez olanlar, kendilerini sizin yazmanınız olarak görmüyorlarsa? Bir yazar (kitapta Coetzee) yıkım zamanında ne yazar? Adorno; “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” derken ne demek istemiştir? Bu kadar acı varken sanat ya da edebiyat ne kadar şen olabilir? Ölülerin hayatımızda bir söz hakkı var mı? Soruları arttırabiliriz ancak tüm kitabı “Yazı neyi kurtarır?” suali üzerinden düşündüğümüzde, yazı sayesinde, bugünü dün üzerinden yorumlayabildiğimizi, yazanların yazdıklarının bir şekilde yaşamımızda yer ettiğini, acılarımızı tam olarak tedavi etmeseler de veya ölülerimizi diriltmeseler de yazı ya da yazanların pek çok şeyi kurtardığını söyleyebiliriz. Ama yazının sessiz kalması gereken yerler de olmalı değil mi? Sezdiren ama dile getirmeyen bir yazı pratiği, öyküsü anlatılanın payına bırakılması gereken bir susuş. Bu susuş sayesinde belki yazının kahramanı bir nesne olmaktan çıkacak ve onun duygularını incitebilecek yan sadece onun suskunluğunda var olacak. Her şeye rağmen yapılması gereken ise kitabın son cümlesinde gizli: “Şimdi, bunu yırtmalı, güneşin doğduğunu kabul ederek, yazmaya yeniden başlamalı.”
Emek Erez – edebiyathaber.net (11 Mart 2015)