“Cehennemi cehennem yapan, acı değil sevinçtir.”
Clarice Lespector
Böyle ölünebilirmiş demek!
Bunu da anladın. “Sessiz ölüm,” denilen, bu olabilir… Yudum yudum gelen, nefesinin gitmesi…
Ötelere taşınan yürek ne anlatır ki sana, diyor içsesin. Başka bir göğün rengini anlamak niye sahi? İnsan nefes alabildiği yerdedir sevinciyle, cenneti cehennemiyle.
Bırak kınamayı.
Göz gördüğünü sever, yalanına da inanma sakın!
Bir gönül, başka bir gönülde aldanışı yaşarsa neylersin peki?
İçsesin; “hayır, soru sormadan git, dönüşsüzlük burcunda olanı bil, Nas ve Felâk surelerinin anlamını sil belleğinden, şunu oku,” diyor.
“Peki, dil mi dökmeliyim yoksa, ‘gitme’ diye,” soruyorsun.
“Dinle,” diyor, “öyleyse”:
“Oraya gitme demedim mi sana,
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben’im?
Bir gün kızarsan bana,
alsan başını,
yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer ben’im demedim mi?
Demedim mi şu görünene razı olma,
demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben’im asıl,
onu süsleyen, bezeyen ben’im demedim mi?
Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
senin duru denizin ben’im demedim mi?
Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben’im,
senin kolun kanadın ben’im demedim mi?
Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben’im,
sıcaklığın ben’im demedim mi?
Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?
Söyle, bunları sana hep demedim mi?”
(Mevlâna/A. Kadir)
Soruyorsun gene de; hangi gök senin canını çeker öyle, hangi söz tutsak alır bakışlarını… Hangi gece uykunu yastığına eş eder, nefesinin ortağı olur…
Bu ezinci yaşamamak için sessizliktesin işte.
Bir mutluluk esintisi gibi de esip gelmemişti rüzgâr.
Yönsüz, sitemsiz olanı arıyor değildi bakışların. Dil çağını örseleyen zamanların içinden geçiyordunuz. Çığırtkan bir dil yağmalıyordu geçmişteki geleceği. Düşler tarumar ediliyordu sınır boylarında. Gözlere çekilen milden beterdi acının göz göreliği…
Yönsüz, sitemsiz olanı arıyor değildi bakışların. Ötede kanayan ne görüyordunuz bunu, yağmalanan ne biliyordunuz artık. Gitmeyi erteleyen öfke yeni bir dil kuruyordu aranızda; belleğinizdeydi şairin şu dizeleri:
“Ey atlaslarda eski coğrafyalarda
Yerleşecek toprak arayan halklar!
Yıkıntılarımızdaki incir ağaçları” (Ece Ayhan)
Bilirdin ki, kimsiz kimsesiz yerlerde biter incir ağaçları!
Tutup şimdi okuduğun kitaba veriyorsun bakışlarını: “Yabani Kalbin Yakınlarında”.
Üç sese karışıyordu sesin sabahın karanlığında. Yol boyunca gölgelerdeydin; sözcüklerin, ışığın ve karanlığın gölgelerinde.
Aklında tuttuğun cümleleri yineliyordun:
“İçinde hiçbir şey olmayan, kocaman, dingin bir an vardı. Gözlerini açıp bekledi. Bir şey gelmedi. Karanlık.”
Oysa biliyordun ki; bir çile anlatıcısıydı Claire Lispector.
Anlatısının bir paragrafını defterine kaydettiğini hatırlıyordun:
“Umut edebildiğim şeyi gerçekten bilmek için, önce kendi gerçeğimden mi yola çıkmalıydım? Alttan alta bir başkasının yaşamını sürdürürken nasıl oldu da şimdiye kadar kendime bir yazgı bulgulamadım?” (“ G.H.’nin Çilesi”)
Sonra, özgürleşebilme yolu nasıl bir şey onu düşündün. Kendi kanatlarında patikasını açmak, her adımda kendi olabilmek…
Aranızdaki sözsüzlüğün iklimine döndün işte burada. Yazan anlatan sen, susan bekleyen bakış. Tıpkı Felice’nin Kafka’ya ettiğini etmek istercesine kıyılara taşıyan duruş.
Sözdür duyguyu ezinçleştiren biraz da. Bildiğindi bu.
Güneşin ve gölgenin barınaklarındaydınız madem, bırakın içinizdeki davullar çalsın.
Evet, insan, bazen kendinden daha fazlası olabiliyor. Hele o göze aldıklarını düşünürse; güneşte ve gölgede olanları, sevgide ve kederde yaşananları…
Can ateşine çadırlar kurmak niye, diye sormadan gidendin madem; öyleyse bırak kim olduğunu söyleme, bir sözü başka bir sözle karşılamak yerine, acıyarak sevme yerine ruhunu özgürleştir. Bil ki sensiz de yürür toprağa su, tomurcuklanır tohum, yeşerir dalları ağaçların, külünü savurur yanardağ sensiz, gün erken başlar gece geç gelir…
Sen eğer mesafeni yaratmazsan, zaman bir gün öğretir sana güneş saatinin dilini.
Öyleyse bırak Aragon’un Elsa’ya ettiği sözleri; sen kendi sözlerine bak. Hatta hatırla Atilla Jozef’in “Yedinci” şiirini…
Kavuşmadığında ne olduğunu biliyorsun madem; öyleyse, kavuşunca neler olabileceğinin düşlerini kur. Sınırların ötesine geç, duvarların, tel örgülerin… Hayata umutla bakmanın yollarını dene, kendi patikanı aç; yalanlardan sakın, insanın insandaki aldanışından uzak dur, birbirine eziyet etmesinden… ve yüceliğin anlamını bil ki; güzelliğini görebilesin yaşamanın.
Nefes dediğin insanın insana aşkla, tutkuyla, sevgiyle bakışıdır.
Ve bil ki; can seyrine çadır kurarsan eğer, fedaisi olursun sevmelerinin.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (15 Ekim 2019)