Sevgi Soysal edebiyatı ve siz hâlâ niye böylesiniz? | Birkan Bayındır

Eylül 12, 2024

Sevgi Soysal edebiyatı ve siz hâlâ niye böylesiniz? | Birkan Bayındır

Bu yaz, güzel bir etkinlikte Sevgi Soysal anlattım. Oldukça keyifli geçen bu atölyenin ardından bir de yazı yazma isteği doğdu içimde. Bu yazıda Sevgi Soysal edebiyatından bahsedeceğim ama öncesinde “kadın edebiyatçı” olarak anılmasının neden yanlış bir tutum olduğuna biraz değinmek istiyorum.
Sevgi Soysal, romancımız, öykücümüz, çevirmenimiz, gazete, oyun yazarımızdır. Nedense durup durup bir kalıba sığdırılmaya çalışılır. 12 Mart edebiyatçısı denir onun hakkında ama bu tam olarak karşılamaz kendisini. Kadın edebiyatçı denir. Böyle bir ifade nasıl yaygınlaşır, nasıl rahatça kullanılır, anlamak mümkün değildir. Böyle söylenerek edebiyat da edebiyatçımız da bir yere indirgenmeye çalışılır ama bu yer istenen ve layık olunan bir yer midir? Öyle olsa bunca söze ne gerek var değil mi?
Söz konusu olan edebiyat olduğunda: Kadınlar edebiyat yapmaktan ne anlar diye düşünür maalesef hâlâ bazı edebiyatçılar. Günümüz koşullarında bunu sesli söylemek pek de hoş karşılanmayacağı için olsa gerek bunu
dillendirmezler de edebiyatçının cinsiyetini adının önüne bir tamlama olarak ekleyiverirler. Erkeğin yaptığı hiçbir şey için kullanılmayan cinsiyet bilgisi, cinsiyetin esamesinin okunmaması gereken bir alanda, edebiyatta, böyle bir kullanım edinmektedir kendisine. Bunun bir geri bırakılmışlık ve tahakküm dili olduğunu düşünmekte ve konuştuğu / söylediği / dediği gibi olan yani aslında kendi üstünlük algısı içinde ama bir geri bırakılmışlığı besleyerek söz söyleyenlerin en azından yaptıklarının ne olduğunun fark edilmesinin önemli olduğunu düşünmekteyim. Ne de olsa bilinç denilen şey de bir üründür ve geri bir bilinci beslemek yerine bundan vazgeçmek de mümkündür. Bu tercihte bulunmayanlar da sanki Sevgi Soysal’lı bir gönderme yaparsak, Yenişehir’de henüz devrilmemiş bir kavağın gölgesinde kendi yaptıklarını unutmuş gibidir. Evet, Sevgi Soysal edebiyatına böyle bir giriş yapmak istemezdim lakin istesem de istemesem de Nazım Hikmet’in Kuvâyi Milliye Destan’ı aklıma geliyor. Destanda bir kısım şöyle;
“bizim kadınlarımız
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen…”
Kuvâyi Milliye yıllarında, buralarda kadınlık hallerini böyle anlatmış Nazım Hikmet. Sevgi Soysal, Nazım Hikmet’in Kuvâyi Milliye şiirini yazdığı yılların birkaç yıl öncesinde 1936’da İstanbul’da doğmuş. Kuvâyi Milliye yıllarından, Sevgi Soysal yıllarına, eşitlik adına çok yol alınmış olsa da günümüzde bile eşitlik adına hâlâ çok eksiğimiz olduğu düşünüldüğünde, Sevgi Soysal’ın bunları yazmayı seçmesini anlamak mümkün. O, eserlerinde bu durumları irdeleyerek, tartışılır ya da daha doğru bir ifadeyle görünür kılarak sadece edebiyata değil bizim bakış açımıza da katkı sağlamıştır.


Dil ustalığı ve akıcılığıyla göz dolduran ve süzülür gibi geçen ama içe işleyen anlatımıyla, insan, insan, insan, anlatan cümlelerin yazarı Sevgi Soysal, ölümünden kısa bir süre önce yaptığı radyo konuşmalarında kadınlığı doğuran olduğu için yüceltmiştir. Günümüzde, kadınlığın doğuran olmasından kaynaklı yüceltilmesi bile hoş karşılanmamaktadır. Güncel
tartışmalara bakıldığında bu izlek rahatça gözlemlenebilir. Tüm bunlar böyle olurken bizim bahsetmek zorunda olduğumuz şeylerin ağırlığı biraz iç karartıcı olabilir ama bu biraz da Sevgi Soysal’a saygı niteliği taşır. Tüm bu cümlelerden sonra şairi çok; romancısı, öykücüsü az bu coğrafyada Sevgi Soysal’ı badem ağaçlarına benzetebilirim. Badem ağaçları, kışın geçtiğini, baharın geldiğini müjdeleyen ilk ağaçlardır. Camus’un Badem Ağaçları denemesinde müjdelediği gibi kara kışta meyvesini verecek kadar direnen ağaçlardır bademler ve Sevgi Soysal edebiyatı da tıpkı onlar gibidir. Sevgi Soysal, cinsiyet belasına (doğulan cinsiyetle edinilen tüm dezavantajlara) rağmen nasıl iyi bir edebiyatçı olunacağını, olunabileceğini sunar okura. Doğaldır onun edebiyatı, harbi, ince ve samimidir. Sürükleyici, cesur ve sahicidir. Çok yazılmıştır üstüne belki çok yazılmış olmasının nedeni de bu yönlerinde gizlidir.
Eserlerine kronolojik bir sırayla bakıldığında ilk eseri Tutkulu Perçem, 1962 yılında yayımlanır. “Şeylerdeki şeyler işte- sokaklardaki insanlar görmüyorlar beni. Oysa günlerdir tutkularım perçemlerimde dolaşıyorum.” Bu cümlesi, ilk kitabının, ilk cümlesidir. Öykülerinden oluşan bu ilk eseri pek ilgi görmez. Üslubunda yer yer, Rainer Maria Rilke’yi andıran bir şeyler
vardır. Öykülerinde kullandığı dil liriktir ve yer yer kesik kesiktir. Tutkulu Perçem’deki anlatımda bir uçuculuk sezilir. Sevgi Soysal, o dönem, kendisini “yeni gerçekçi,” olarak tanımlamaktadır. Bu uçuculuk, akıma olan yakınlığından kaynaklanıyor olabilir. Onun asıl tartışılmaya başlanması 1968’de yayımlanan Tante Rosa’den sonra olur.
Tante Rosa
Tante Rosa, yayımlanmasının ardından pek çok tartışmayı doğurur. Birbirine bağlı ama bağımsız anlatılardan oluşan bu öyküler, “yabancı” öyküler olarak yaftalanır. Annesi Alman olan Sevgi Soysal, rivayet olunduğu üzere Tante Rosa karakterini yaratırken teyzesinden esinlenmiştir. Tante Rosa’nın çocukluğunda at cambazı olma hayaliyle başlayan bu öyküler, büyüdükçe artan hayal kırıklıkları ama pes etmeyişleri, bırakıp gidişleri, kalışları, kuruşları ve yıkışlarıyla sürdükçe sürer. Bırakıp gitmeleri de, Tante Rosa’nın kendisi de buralı ve bizden değildir. Halbuki neden buralı bir karakter yaratmak zorunda olunduğundan da pek bahsedilmez. Dönem 68 kuşağı dönemidir ve tüm dünyayı saran 68 kuşağı hareketlerinin özgürlük ve özgürleştiricilik boyutu Türkiye’yi teğet geçmiştir. “Devrimci” kuşaklar oluşurken feodal ilişkiler kimi yerde yüceltilmekte, kimi yerde benzerleri yaratılmakta ama insan ilişkilerinde özgürleşme tartışmalarını kesinlikle ıskalamaktadır. Buradan bakıldığında çılgın ve deli dolu bir karakter olan Tante Rosa, buram buram 68 kuşağı kokmaktadır ama böylesine bir “kadın,” karakterin edebiyatımızda ne işi vardır? Böyle sorular sıkça sorulur.
Tante Rosa’nın, hayat kadınlarının çalıştığı bir yerde çalışmaya başlaması, oradan bir adamı ayartığı gerekçesiyle yaka paça atılması, öldüğünde ölüsünün gömülmesi meselesi, en sonunda yakılıp küllerinin ikinci kocasına verilmesi, küllerinin olduğu vazonun bir siyam kedisi tarafından kırılması, gerçeküstü öğelerle bezeli, bu incecik tatlı öyküler bütünü, bir şekilde üvey evlat ya da daha doğru bir ifadeyle çirkin ördek yavrusu muamelesi görür edebiyatımızda. Eserin sevilmesi, yıllar sonra İletişim Yayınları tarafından yeniden basılmasıyla olur.
Belki de yılların geçişi, okurun algısında, Tante Rosa gibi ironi ve mizah dolu anlatıları sevilir kılmıştır. Yine söylenenlere bakılırsa, ölümünden önce Sevgi Soysal’da en çok Tante Rosa kitabına ne olacağını merak etmekte ve onu emanet etme ihtiyacı duymaktadır.
Sizlerle Başbaşa adlı bir derginin sürekli okuru olan Tante Rosa’ya bakıp şimdilerde sosyal medyanın renkli dünyasına özenen milyonların biçimsel değişimlerini anlamak mümkündür ama yayımlandığı yıllarda neden bu kadar ötekileştirildiğini anlamak mümkün müdür? Bu sorunun cevabını sanırım her okur kendisi vermelidir. Tante Rosa’nın ardından 1970’de Yürümek romanı gelir. Yürümek, kahramanları Ela ve Memet’in çocukluklarından itibaren toplumsal yaşam içinde değişen cinsiyet rollerini, bu rollere yüklenen anlamları ve rollerin şekillenişini ortaya koyar. Ela’nın toplumsal yaşamın içinde bastırılmışlığı ve sıkışmışlığını göstermesi bakımından bile okunmaya değerdir. Sevgi Soysal’ın
Bir Romanın Hatıratı’ndan aktaran Bianet:

“Seviyordum “yürümek” sözcüğünü; ilerlemeyi, değişimi, durdurulmaz oluşumları gözlemeyi. Kavradıklarını, belki özümleme zorluğundan, kusanlardandım; oturmuş, ufak bir roman yazmıştım. Her attığı adımı ilerleme sanan, bu nedenle biraz erken ve çabuk yorulan bir kadının, yanlışlara yanlış ad koya koya vardığı labirent içinde, duyduğu kaçınılmaz bunalımları, belirli ve sağlıklı kurallar içinde değişen doğayı, sağlam durumlar ortasındaki bireysel çırpınışların anlamsızlığını, o zamanlar bildiğim ve anlatmak istediğim daha birkaç şeyi sığdırmıştım bu kitaba; sığdırmak istemiştim. Elâ’nın onu bıraktığım yürümek noktasında, ilerlemenin gerçek anlamını kavrayacağını umarak.”


Yürümek romanının payına, 12 Mart dönemi tarafından cezalandırmak düşer ve roman toplatılır. Şöyle sürdürür sözlerini Sevgi Soysal, Bir Romanın Hatıratı’nda:

“Böyle işte, Elâ kendisinden beklenen bir yana, atabileceği adımları atadursun, safdil geçmişi umumun ahlâk ve edebini fena halde rencide etmesin mi? Ama Elâ ne de olsa bir roman kahramanıdır, “Yürümek” romanının yüz kızartıcılığından sorumlu tutulamaz. Kim sorumlu tutulacak peki koskoca Türk toplumunun genel ahlâk ve adabından?”

Ela romanın sonunda, arkasına dönüp bakmadan yürüyüp gitme cesaretini gösterecektir. 12 Mart, Sevgi Soysal’ın da peşini bırakmaz. Biri kısa, ikincisi daha uzun olmak üzere iki kere tutuklanır. Adana’ya sürgüne yollanır. 1973’te yayımlanan Yenişehir’de Bir Öğlen Vakti, o dönem Ankara’sının dile gelmiş portrelerini içeren ve Yenişehir’de bir öğle vaktini anlatan romandır. Kısa bir zaman kesitinde toplumsal yaşama yansıyan çelişkileri sunar okura ve tüm bunları bir kavağın yıkılışına paralel kılar.
Roman çok beğenilir. Sevgi Soysal kısa sürecek ustalık dönemine giriş yapmıştır. Defalarca okunsa da yine aynı tadı bırakacak eserleri ardı ardına yayımlanacaktır. “Olcay ağabeyinin odasına girme!”, “O hem erkek, hem büyük, onun hakkı!”,
“Ağabeyin haklı, o erkek!”, “O erkek, ona gerekli, o erkek, o okumalı, o erkek, yapar, o erkek, alır…” Yazar, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümünü, kadınların davranış kalıplarını, erkeklerin davranış örüntülerini ve çelişkileri, bu çelişkilerin yansımalarını o kadar güzel anlatır ki okur, Yenişehir’de Bir Öğlen Vakti’nde takılır kalır bir süre.
Yenişehir’de Bir Öğlen Vakti, Pieter Brueghel’in resimlerine benzer. Nasıl onun Çocuk Oyunları resmine bakınca dönemin tüm oyunları tek bir tabloda görülebiliyorsa, bu romanı okuyunca da dönemin Ankara’sının neredeyse bütün tiplemeleri görebilir.
Ardından 1975’de Şafak romanı yayımlanır ve Adana sürgününden beslenerek yazdığı bu roman, çoğu edebiyatçı tarafından en iyi romanı olarak nitelenir. Roman, Baskın ve Sorgu adlı iki bölümden oluşur. Odağında, Oya ve Mustafa vardır. Romanın öne çıkan bu iki karakteri, aydın oluşun, daha doğrusu, o dönemlerde bu topraklarda aydın oluşun yansımasını, güçlüğünü, cenderesini sunar okura.
Oya’nın göz altındayken yaşadığı “Belinin ağrısı artıyor. Hastalanıyor mu? (…) Bu korku olabilecek tatsızlıkların hepsinden fazla ürkütüveriyor Oya’yı. Ya şimdi hastalanmışsam? Pantolonunu incelemeye çalıştı. Göremiyor hiçbir şey. Az sonra Abdullah beni buradan çıkarıp aydınlık bir yere götürdüğünde rezil olacağım. Benden orospu diye söz eden Abdullah’ın
karşısında. Durumumun utancıyla kendimi savunamayacağım.” sözleriyle vücut bulan kadınlık halleri, onu kadınlığının bir göstereni olan kan lekesinden bile utanç duyan kadınlar kuşağının bir temsilcisi yapar. Utançla yaşamaya mahkum edilmiş kadınlar, kendi sağlıklı oluş göstergesi olan periyoduna, “hastalık,” diyerek, çarpık bir algıyı sürdürdükçe sürdürürler. Aydın olmaları da bir şeyi değiştirmez. Oya da onlardan biridir. O yıllar, öyle yıllardır.


Ardından 1976’da, Barış Adlı Çocuk’la, yazarın Tante Rosa’dan sonraki öykülerini topladığı kitabı gelir. Yine çelişkiler ortaya serilmiştir. Yine bu çelişkilerin toplumsal şekillenişi görünür kılınmıştır. Yakalandığı hastalık onu yaşamdan da aynı yıl alır. Ölümünün ardından Yıldırım Bölge Koğuşu (anıları) ve gazetede yayımlanmış denemelerinin olduğu Bakmak okurla
buluşur.
Maalesef ki son romanı Hoş Geldin Ölüm’ü de tamamlayadan veda etmiştir. O da, 1980’de bu haliyle basılır. Eser, hastalığının tüm ağırlığı ve yüküne karşın Sevgi Soysal’ın yazma tutkusunu gözler önüne serer. Yükselen devrimci harekete bir tür eleştiri gibi başlayan bu roman bana hep Ali Asker’in Hoş Geldin Ölüm şarkısını hatırlatır. Şarkıdaki,
“Hoş geldin ölüm
Buyur otur
Saklımız kalmadı
Dök eteklerinden taşları” sözleri sanki Sevgi Soysal’ın bu son romanında yapmak istediğini anlatmaktadır. Eteklerindeki taşları dökmeden ayrılır hayattan Sevgi Soysal. Bu kısacık yaşamına iki de edebiyat ödülü sığdırır. TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü (Yürümek) ve Orhan Kemal Roman Armağanı (Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ). Artık eserleriyle okurun bilincinde yaşayacaktır. Okurunun bol olması ve sağlıcakla kalmanız dileklerimle.
Alıntılar: https://bianet.org/yazi/bir-romanin-hatirati-128686, Nazım Hikmet, Bütün Şiirleri,
Sevgi Soysal, Tutkulu Perçem, Yürümek, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nden yapılmıştır.

edebiyathaber.net (12 Eylül 2024)

Yorum yapın