“Her kadın yazarın, işinin bir parçasıdır; Evdeki Meleği öldürmek.” Virginia Woolf
Bir eseri okurken o güne değin benliğimize işlemiş her ne varsa bize eşlik eder. Toplumsal sorunlara yaklaşım biçimimiz, gezilerimiz, gözlemlerimiz, insanlarla kurduğumuz ilişkiler, yaşam amaçlarımız, değer yargılarımız, cinsiyetimiz, mesleğimiz gibi pek çok şey. İş yazmaya ve yazarlığa geldiğinde de benzer süreçler işleyecektir. Gelgelelim yazarın cinsiyeti, eserin özgünlüğü hakkında fikir yürütürken bir işe yaramaz. Aksine, sayfalar arasında gezinirken yazarın cinsel kimliğini unutarak ilerleyebiliyorsak okuduğumuz metnin özgünlüğüne dair iyi bir ipucu edinmişiz demektir. Sözgelimi Jane Austen’ın İknâ’sını klasikler arasına, Charlotte Bronte’nin Jane Eyre’ini “eh işte”ler arasına koymamızın nedeni daha çok budur.
Gündelik yaşamımıza dair her şey ama her şey edebiyatta kendine yer bulabilir. Sonsuz olasılıklar diyarıdır edebiyat ve belki de bir tek âşık olma hali sunduğu olasılıkların bolluğunda edebiyatla yarışabilir. Aşkta, bir kişiye/şeye yöneltilen bitip tükenmez merak ve bir o kadar da yoğun ilgi vardır; aşkın doğasından gelir bu. O nedenle, Erdal Doğan’ın, daha yeni Agora’dan beşinci baskısı çıkan Sevgi Soysal Yaşasaydı Âşık Olurdum adlı eseri üzerinden -yayınevince duyurusu yapılır yapılmaz- bir süredir sosyal medyayı işgal eden polemikler zincirine çok şaşırıyorum. Şöyle ki; Erdal Doğan’ın kitabını yıllar önce ilk baskısından okudum. Kitapta karşıma çıkan Sevgi Soysal’dan o kadar etkilendim ki eserlerini hemen aldım. Tante Rosa’yı, Yürümek’i, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni, Şafak’ı Doğan’ın biyografisinin Sevgi Soysal’a dair bende uyandırdığı merak duygusuyla okudum. Haliyle yazarın kızı Funda Soysal’ın geçen haftaki tweetinin ardından, söz konusu eserin başlığından tutun da Sevgi Soysal’ın aşklarına varana değin tarafgir tutum alışlara kaydı gözüm. Yazıp çizenlerin pek çoğu, -eseri okumadıklarından- biyografinin içeriğine dair bir şey söyleyemedikleri halde rahatlıkla yazarı karalayabildiler. Bunun üzerine Yaşasaydı Âşık Olurdum’u geçtiğimiz günlerde, yazma maksadıyla yeniden okudum. Amacım polemikten uzaklaşarak kitaba odaklanabilmek.
Kişisel bütünlük
Bell Hooks, Hep Aşka Dair adlı eserinde, biriyle aramızda ruh bağı oluştuğunda o kişiyle derinlemesine söyleşmek isteyeceğimize dikkat çeker. Şunu da ekler: “Birini sevmek sadece güçlü bir his değildir; bir karardır, bir yargıdır, bir vaattir. “Buradan yola çıkarsak, belki de en geniş kapsamıyla “aşk”, bir sanatı icra etmeye benzetilebilir. Zira aşk insanı kendi sınırlarını zorlamaya; sürekli pompalanıp duran, beriki üzerinde iktidar kurma arzusunu sorgulamaya götürür. O halde bir uğraşa veya bir kişiye yöneltilmiş aşk onun üzerinde iktidar kurmayı reddetmek anlamına geliyor. Koşulsuzca, kendimizi vererek sevebilmek anlamına geliyor: İşimizi, sanatımızı, uğraşımızı, Tanrı’yı; veya bir kişiyi…Âşık olduğumuzda, bir anlamda kaybolup gitmekten uzaklaşıyoruz, kişisel bütünlüğe ulaşıyoruz.
Diyebiliriz ki Doğan’ın kitabına seçtiği alt başlık Yaşasaydı Âşık Olurdum, yazarın, ‘aşk’ın anlamını çoğalttığını imleyen bir arasöz gibi yankılanıyor. (Kitabın içeriğinden yola çıkarak varıyorum bu sonuca. Başka bir deyişle, içerikle başlığı birlikte değerlendiriyorum.) Nitekim yazar kitabının daha giriş bölümünde, bu kitaba dair araştırmaları sırasında tuttuğu günlüğün bazı satırlarını paylaşıyor bizimle. Şöyle diyor Doğan: “… Onlarca isme, onlarca defa, ‘Sizinle Sevgi Soysal’ı konuşmak istiyorum ’dedim; bunun nedenini anlattım, konuşmak istediğim bu insanların çoğundan unutamayacağım tepkiler aldım. Sonra da bunları not etmenin doğru olacağını düşündüm. Çünkü, kitap kendi öyküleriyle doğuyordu.
Tıpkı adı gibi.
…
15 Ekim 2001, Pazartesi
Kimi görsem Sevgi Soysal’ı anlatıyorum. ‘Yoksa âşık mı oldun?’ diyorlar.”
Çocukluk, gençlik
Ankara’nın kalbur üstü kesimlerinin ikâmet ettiği Yenişehir’de yaşıyor Yenen ailesi. Baba Mithat Yenen Almanya’da mimarlık okuyor. Üniversitedeyken bir baloda Anneliese Rupp’la tanışıyor. Kısa sürede birbirlerine âşık oluyor, evleniyorlar. 1936 yılında doğan Sevgi Yenen’in çocukluğu başkentin inşa edildiği dönemde, Yenişehir’de geçiyor. Hatta Mithat Yenen de Ankara’nın imarında şehir plancısı-bürokrat olarak çalışan uzmanlardan biri. Çocuk Sevgi Yenen’i içine doğduğu ortamda, kişiliğinin belli başlı yanlarıyla tanıma fırsatı buluyoruz: Espritüelliğini, hınzırlığını, inatçılığını, kural tanımazlığını, kıpır kıpırlığını; hikâyeler anlatmaya bayılan yanını… Doğan kitabının ilk altmış sayfasında yazarın büyüdüğü ortamı, ailesini, yakınlarını anlatıyor. Ankara’nın o yıllardaki sanat ortamını, yazarın sanatsal çalışmalarını, politik süreçlerdeki Sevgi Soysal’ı ve eserlerine dair kendi yorumlarını, değerlendirmelerini bu arka planın üzerine inşa ediyor.
Özdemir Nutku’yla birlikteliği ise onu edebiyat dünyasıyla buluşturuyor. Evlerine Turgut Özakman, Orhan Duru, Ali Püsküllüoğlu, Edip Cansever, Özdemir İnce gibi isimler konuk oluyorlar. Uzun uzun sanat edebiyat sohbetleri ediliyor. İlk kısa öykülerinin okuyucusu da kocası Özdemir Nutku oluyor. Erdal Öz o dönemde yazdıkları hakkında konuştuğu kişilerin başında geliyor. Jülide Gülizar, Adalet Ağaoğlu, Nezihe Meriç Sevgi Nutku’nun yakın arkadaşları arasındalar.
‘Vere, vere’ ölmek ya da hikâye yaratmak
Virginia Woolf’un otobiyografik ögeler taşıyan romanlarından Deniz Feneri’ndeki Mrs. Ramsay karakteri bana fazlasıyla dokunaklı gelir. Woolf’un annesinden izler taşıyan Mrs. Ramsay yazarın bize çizdiği hazin portresiyle zihnimizde yer eder: Güzelliği, hal ve tavırlarıyla çok etkileyici bir kadındır Mrs. Ramsay. Kendisi de insanlar üzerinde uyandırdığı bu etkinin farkındadır. Kahramanımız tanınmış yazar-akademisyen kocasına çok büyük bir değer biçer; onu derinden sever de. Ne var ki kocası sürekli ve durmadan ondan bir şeyler isterken Mrs. Ramsay’nin duygusal ihtiyaçlarıyla ilgilenmez. Eşler arasındaki güçlü sevgi bağlarına işaret eden ötekinin benliğini tinsel yönden beslemek; partnerinin kendine duyduğu güveni tazeleyen söz ve davranışları sergilemek (şefkat gösterme) hep Mrs. Ramsay’e kalır. Çok çocuklu Ramsay ailesinde evin yönetimi, çocukların bakımı ve gelişimiyle ilgilenen de Mrs. Ramsay’dir. Kahramanımız böyle vere, vere genç denecek bir yaşta ölür. Romanda bu ilişkinin boyutlarının anlatımı o derece etkileyicidir ki birtakım öngörülerde bulunmaktan kendimizi alamayız. Mrs. Ramsay’nin ölümü, haliyle, çocukları ve kocasının bundan sonraki yaşamlarında kırılma noktası olacaktır. Woolf’un, tam bir adanmışlıkla verme halini Lily’nin gözünden vurguladığı satırlar okuyucuyu çarpar: “…Bu adam hiçbir şey vermiyor diye düşündü içindeki öfke yükselirken; bu adam hep alıyordu. Oysa kendisi vermek zorunda kalacaktı. Mrs. Ramsay de hep vermişti. Vere, vere, vere ölmüştü! – ve ardında tüm bunları bırakmıştı.” İnsan Erdal Doğan’ın biyografisini okurken Ramsay ailesini düşünmeden edemiyor. Zira Sevgi Soysal Mrs. Ramsay’nin içinde bulunduğu durumun tersine, evdeki melek olmayı reddettiği için iyi bir yazara dönüşüyor. Doğan çalışmasında, onun yazarlığının dönüm noktalarına ve yazarlığındaki gitme hallerine odaklanıyor. Anlatısındaki Sevgi Soysal yorumuna dair ulaştığı kaynakları kendi okumalarıyla harmanlıyor, süzüyor, işin içine kurguyu da katarak bize ulaştırıyor. Onun eserlerini titizlikle ele alıyor, yaşamıyla eserleri arasındaki bağlara ulaşıyor, bu bağları bize de gösteriyor.
Hiç kuşkusuz biyografi edebi bir türdür. Dolayısıyla başka bir yazar, kendi Sevgi Soysal incelemesine soyunduğunda Soysal’ın sanatının başka yanlarını öne çıkarmayı tercih edebilir. Doğaldır da bu. Nihayetinde sanat/edebiyat bir çeşitlemeler alanıdır. Tıpkı bir bestecinin müziğinin (bizim örneğimizde Soysal’ın eserleri oluyor), konser salonlarında başka başka müzisyenlerce farklı şekillerde yorumlanması gibi.
Sanatın içindeki yaşam, yaşamın içindeki sanat
Doğan’ın meselesi, Sevgi Soysal’ı anlatırken onun şahsına methiyeler düzmek değil. Evdeki Meleği arayıp bulmaya çalışmak hiç değil. “Evli kaldıkça ne baş ağrıları geçecek ne de şu özgürlük dedikleri şey gelecek gibi görünecektir.”; “Yaratıcı beylerin dünyasında bir kadın olarak yer almanın yolu, sınırları belirlenmiş özgürlüğü tanımaktan geçiyordu” Sevgi bu sınırları reddedecekti. Arkadaşı Adalet’in evliliği ve yazarlığı bir arada nasıl götürebildiğini sorguladı. Erkekler aksatmıyorlar, sürdürebiliyorlardı. Kadınların, yazıyor da olsalar, eve dair …birçok sorumlulukları vardı. Bu sorumluluklar, …onların omuzuna yıkılıyordu. …bu yükü paylaşmasını bilen bir adam olması gerekiyordu. Yoksa evlilik, çekilmez bir hal alırdı. Aşk kaybolur, yerini kuzey rüzgarlarına bırakırdı …Aşk önemliydi ama yazı da önemliydi. Yazıyla araya mesafe konmamalıydı. Küserdi. Onu küstürmemek gerekirdi.”
Doğan, Sevgi Soysal’ın eserleri üzerinden yaşamının, yaşamı üzerinden eserlerinin izini sürüyor. Aynı anda her iki açıyı da koruyor. Böylece eserlerine kaynaklık eden temalar/meseleler/olaylar yaşamından eserlerine akıyor. Bana kalırsa Sevgi Soysal eserlerine ruhunu üflerken Marguerite Duras’ın da çok önemsediği başka bir şeyi daha yapıyor: Üzeri örtülen ikiyüzlülükleri deşiyor da deşiyor.
12 Mart kâbusu
Doğan, Sevgi’nin ailesini, edebi kimliğinin oluşumunu/gelişimini, Ankara’yı bize anlatırken politik-sınıfsal katmanlılığı ve sistematik şiddeti göz ardı etmediği gibi yer yer mizahi üslubuyla anlatısını zenginleştiriyor da. Kimi zaman kahkahalara boğuluyor, kimi zaman ‘güler misin, ağlar mısın’ı yaşıyoruz. Kimi zaman ise 12 Mart’ta olduğu gibi mesnetsiz tutuklamalarla trajediye dönüşen insan hikayeleriyle karşılaşıyoruz. Yazar, darbenin (tarihte muhtıra diye geçse de rahatlıkla darbe diyebiliriz) yol açtığı toplumsal yarılmanın Sevgi Soysal’ın dünyasında da kırılma yarattığını belirtiyor. Bugün ifadelendirirken adına kutuplaşma dediğimiz sosyo-politik fay hatlarını kitap boyunca her yerde görüyoruz. Cezaevlerindeki sayısız hak ihlâllerinden Adana’daki postane memurunun tavrına kadar uzayıp giden şiddet biçimleri satır aralarına yerleşip oturmuyorlar; düpedüz karşımıza dikiliyorlar. Örneğin 12 Mart’tan az sonra sudan bahanelerle iki kere hapsedilir. Yetmez Adana’ya sürgüne gönderilir. Çok zor günlerdir. O yıllarda tiyatro oyunu yazarlığı yapan Başar Sabuncu’dan boşanmış, cezaevi koşullarında, Anayasa Hukuku Profesörü Mümtaz Soysal’la evlenmiştir. Yeni evli çiftten biri cezaevinden salıverilse diğeri apar topar tutuklanır. Yaşam, yaşanamaz olur. Sıkıyönetim, Edward Said’in ünlü Entelektüel adlı eserinde tanımladığı sorumlu, boyun eğmeyen entelektüeli işinden etmekle kalmaz deyim yerindeyse onlara dünyayı dar eder. Hele de kadınsanız…O koşullara rağmen direniyor Sevgi. Hakkında kesinleşen cezalara, verilen kararlara, yapılan uyarı ve dedikodulara rağmen bildiği yolda inatla yürümeyi sürdürebiliyor.
***
Edebiyat varoluşumuzu anlamlandırmak için gereklidir. Elbette edebi metinler/edebi şahsiyetler sıklıkla polemik konusu olur. Çağrışımlar çok dillidir, okuma biçimlerimiz de. İyi bir edebiyat okuru bunu bildiğinden gündelik yaşamındaki olaylarda, insanlarla ilişkilerinde kuşkuculuğa belli ölçülerde pay biçer; yargılamaktan ziyade sorgulamalara açık olur. Bir başka deyişle edebiyat insanın özgürlük arayışının başat araçlarından biridir. Sözcükler bir araya geldiklerinde bize pek çok şey anlatma hünerine kavuşurlar. Yazar özgün bir dil tutturabilmişse bu yolla kendi gizemini yaratır ve büyüler bizi. Dünyada iyi bir kitabın etkisi altında büyülenmekten daha heyecan verici bir şey düşünemiyorum.
Bana sorsanız derim ki Sevgi Soysal kendisiyle aramıza çatık kaşlı bir mesafe koymamızı istemez, aksine bizim ona alabildiğince yaklaşabilmemizden mutluluk duyardı. Bundan öyle eminim ki şu anda bile onu sevgiyle, saygıyla kucaklıyorum. Edebiyat ve özellikle de Sevgi Soysal meraklılarının da Erdal Doğan’ın Sevgi Soysal biyografisi Yaşasaydı Âşık Olurdum’u okumalarını diliyorum.
Alıntılar:
Hooks, Bell, Hep Aşka Dair, Çev:Umur İda, Notabene, 2022, 1.baskı, syf.163.
Woolf, Virginia, Deniz Feneri, Çev: Sevda Çalışkan, İş Bankası Yayınları, 1.basım, Nisan 2015, syf.155.
Doğan, Erdal, Sevgi Soysal Yaşasaydı Âşık Olurdum, Agora, Mart 2023, 5.basım, syf.61, 62, 65.
edebiyathaber.net (29 Mart 2023)