Maksadımız, Sevgi Soysal gibi yeri doldurulamayacak bir yazarla konuyu gündeme getirip “gidene söylüyorum, kalan sen anla” demektir. Dil alışkanlıktır. Toplumun size oyun dışı kalmamanız için öğrettiği alışkanlıklar. Oyunbozan Soysal bu sefer oyun dışı kalamamıştır.
Yazıya başlar başlamaz bu üç nokta da ne demek?
Konuşma arasında sevgiyle yâd edeceğimiz birinin adı geçince, derin bir nefes almak için verdiğimiz o küçük ara, o küçük sessizlik, ondan sonra anlatacaklarımızı katbekat anlatmış olur aslında. Akan sözcükler, övgüler tırnağı olamaz o sessizlik anında, derin bir nefes almanın. Paragraflar dolusu yazılara, tumturaklı konuşmalara, belagatin döktürüldüğü seslenişlere bedeldir, o kısa ara. Sevgi Soysal denilince de derin bir nefes alınır. Biraz susulur. Sonra bir kez daha adı zikredilir. Sonra tebessüm, sonra övgüler, yaşamöyküsünden seçmeler, kitaplarından bölümler… Dediğim gibi o sessizliğin yeri, sesler arasında başkadır.
Türkiye’de 1960’lı yılları ve 1970’li yılların başlarını anlamak için Tante Rosa başta olmak üzere her kitabının ayrı bir önemi olsa da Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu deyince akan sular durur çoğu kimsede. 12 Mart’ın “simge yazarı” denilen Sevgi Soysal’ın faşizmi anlatması herkesler gibi değildir. Siyaha siyah denilir, beyaza beyaz. Amma… Sevgi Soysal’ın farkı, gördüğü siyaha siyah demektense sadece beyaz olmadığını söylemekle fazla fazla yetinmesi ve okuyucuyu yetindirmesidir. Ve tabi yazılarından bize geçen müstehzi gülümsemesidir.
“Bir doğa afetine dönüşüyor işkence. İnsan yutan bir girdaba. İnsanlar tek tek girdabın gücü karşısında ne yapabilir?” diye sorar Sevgi Soysal. Cevabı yok bu sorunun. Olmadığı için de herkes kendi yaşam metoduna göre saçmalama hakkını kullanabilir. Sevgi Soysal’ın yanıtı gülümsemek, inceden inceye alay etmek, her türlü disiplinsizlik çağrısına kulak vermek ve enseye tokat rahatlıkta işkence yapanların karşısında hak ettikleri ciddiyetsizliğin hakkını vermektir:
“Ben şakanın ciddiyetle çatışır bir şey olmadığı, hatta ciddi konuların şaka açısından bakıldığında, yozlaşmayıp, aksine düşündürücü boyutlar kazandırabileceğine inanırım.
(…)
Daha fazla sopa yemek, daha fazla eziyet ve işkence görmek değil mesele. Acısını çoğaltarak inancını bileyen Hıristiyanlar değiliz biz.”
Soysal’ın kitapları, acı endüstrisinin piyasada çok iş gördüğü şu günlerde yazılmış olsaydı pek satmazdı zannımca. Misal, bir Çiğdem Leyla’yı anlatması vardır ki sormayın. Soysal, Leyla’nın beter işkencelerden sonra alçılı kolunun böceklenip de böceklerini nasıl ayıkladıklarını anlatır. Leyla’nın polis Zafer’e yaptığı itaatsizlik sonrası yüzünde gördüğü pırıltıdan bahseder. İşkence görmüş kadın tutsaklara, “Dev-Os: Devrimci Orospular Örgütü” adının takılması kadar ileri gider koğuş. Soysal bunun üzerine “Bunca aşağılanma, horlanmanın ardından da olsa şaka gerekli” der.
Hem ağlatır hem güldürür. Gözler tam yaşarmışken, bin ağlak duygu serpilmişken, bakmışsınız gülüyorsunuz. Hem de hiç gülünmeyecek gibi duran meselede. Gülünüyormuş meğerse. Diyeceğimiz, Sevgi Soysal sinir bozar. Olur olmadık zamanlarda nanik yapar. Ağır ablalardan olamamıştır Sevgi Ablamız. Zaten Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu doktoru, teşhisi yapmıştır: “Bunlar histerik”.
Seyyar işkencecileri anlatır. Mahpushane avlusunda yaptığı egzersizleri… Bir fareye dönüşüp, gardiyanı rahatsız etme isteği ile bazı kitaplardaki şeylerin hayatta niye gerçekleşemediğine yanar (Kafka’nın Değişim’ine atıfla). Mektup örgütüyle memleketi ortadan kaldırmak isteyen öğretmenlerin (ünlü TÖS davası) trajikomik hikâyesinden bir demet seçki sunar.
“Bölgeniz gözaltı koğuşu kadın tutukluları olarak, içinde bulunduğumuz koşullar saçlarımızın kısa kesilmesini zaruri kılmaktadır. İşbu nedenle…” diye başlayan dilekçeden sonra başlarına getirilen iki nöbetçi asker eşliğinde ilk kez nasıl saç kestiğini anlatır.
“Acıyı yaşamak paye verir”in tezahürü olan “ölüleri olanlar” ve “olmayanlar” arasındaki ayrışımı, sağ yumruk kaldıranlar ve sol yumruk kaldıranlar olmak üzere yaşanan koğuş içi bölünmeyi anlamaya çalışır. 13 yaşındaki Ayda’nın tahliye edilme sebebiyle dalgasını geçer. Tutsaklara “er” statüsünün verilmesi ile bir nevi askerlik hikâyelerine benzeşen mahpusluk hikâyelerini anlatırken kâh üzülürüz kâh güleriz. Sevgi Soysal anlatılarını tek ayar duygularda hiç sabitleyememiştir.
Bir de “Meşgul Melahat” vardır. Konsomatrislik yaparken bir astsubayı reddettiği için 12 Mart fırtınasından nasibini alan meşgul Melahat. Soysal, solcu Naciye’nin ahlak çerçevesi sınırları içerisinde Melahat gibi tatlı bir kadına nasıl olup da yer açamamasına bozuk atar. Atar atmasına ama dilindeki ataerkilliğin hangi ara ona da sirayet edebildiğine şaşırırız.
Dönemin kadınlarını anlamak için Gülfer Akkaya’nın Sanki Eşittik kitabına bakılabilir. Akkaya’nın dinleyip kayda geçirdiği kadınlar, dönemlerinin önde gelen, aktif siyaset yapan ya da yapmaya çalışan okumuş, görmüş, bir nebze olsun sıradan kadınlık hikâyelerinden kaçabilmiş kadınlardır. Feminizm sorgulamaları henüz o dönem üzerinde konuşulan konulardan değildir. Hatta bu tip konuların o dönemin koşullarına göre lükse kaçabileceğine dair bir algı da vardır. Sosyalizm gelecek ve yeknesak bütün sorunlar ortadan kalkacakmış gibi bir toz konduramama hali hâkim olan düşüncedir.
Sevgi Soysal yaşadığı dönem içerisinde ne kadar marjinal duruyorsa da dönemin öncelikleri ve ilgisi farklı konulardadır. Kadınlık hallerine dair ayrı bir mücadele alanı açılmamıştır. Dilin ayıpları, toplumun ayıplarıdır. Bu ayıba bulaşmaktan Sevgi Soysal da kaçamamıştır. Örneğin, “Erkek Huriye”yi anlattığı bölümde “namus” ve “erkek” sözcüklerinin öneminden (!) yola çıkarak Huriye’ye destek çıkar:
“Huriye’nin basından da, o resimleri basıp, o resim altlarını yazanlardan da daha erkek, daha dürüst ve namuslu olduğunu düşünüyorum.”
Ya da koğuştaki Hatice’den bahsederken,
“İnanmış, ‘erkek’ sıfatının tam oturduğu kızlardan” der.
Ya da,
“Biz Ayda’yı, adam yerine koyuyoruz. Cinayete cinayet dediği için tutuklanan, sonra çocukluğuna koskoca bir sıkıyönetim mahkemesinin sığındığı bir ‘adam’” der.
Ataerkil dil tuzaklarına düşen Sevgi Soysal’ı yaşadığı zaman dilimi içerisinde yaşanan tecrübelere ve tanıklıklara göre değerlendirmek gerektiğini, kendime ve okuyana hatırlatmak gerekir sanırım. Maksadımız, Sevgi Soysal gibi yeri doldurulamayacak bir yazarla konuyu gündeme getirip “gidene söylüyorum, kalan sen anla” demektir. Dil alışkanlıktır. Toplumun size oyun dışı kalmamanız için öğrettiği alışkanlıklar. Oyunbozan Soysal bu sefer oyun dışı kalamamıştır.
Dünyadan da bu tip patriarkal dil tuzaklarına düşebilen kadın yazarlara dair örnekler bulunabilir. Arundhati Roy, Çekirgeleri Dinlemek’te demokrasiyi “Bu dünyanın orospusu” olarak değerlendirir. Benzetmenin maksadı açıktır ve anlam verme açısından belki de doğrudur. Ancak demokrasiyi “kötü”lemek için kurduğu bağlantı hemcinslerinin düzen içerisinde var olagetirilmiş sektöründen faydalanır. Roy’un, Hindistan’ın ve dahi dünyanın önde gelen entelektüellerden biri olduğunu hatırlatmak isterim.
Yazıyı daha da uzatmadan Sevgi Soysal okuyunuz, okutunuz derim. Eleştirinin maksadını yukarıda belirttim.
Filiz Gazi – edebiyathaber.net (16 Şubat 2013)