Söyleşi: Abdullah Ezik
Sevinç Erbulak, geçtiğimiz ay yayımlanan ikinci kitabı ArtıkAranmayanlar Gezegeni ile okurlarını yine heyecanlandırıyor. Kaybettiğimiz ve bir daha da ardına düşmediğimiz tüm nesnelerin, insanların, ruhların hayat bulduğu bir gezegende hayal gücünün bütün zenginliğiyle ortaya kendi edebiyatını koyuyor. Hep kitap’tan çıkan yapıt üzerine Sevinç Erbulak ile bir röportaj yaptık.
Artıkaranmayanlar Gezegeni, edebiyat yolculuğunuzdaki ikinci durağınız. Bu durağa gelene kadar yazdığınız birçok öykü de var. İlk günden bugüne edebiyat serüveninizde nelerin değiştiğini düşünüyorsunuz? Bize biraz kendi yolunuzu bulma hikâyenizden bahsedebilir misiniz?
Yolu buldum mu bilmiyorum.
Her seferinde başka yollardan gidiyorum sanki.
Şimdiki durağa gelirken genellikle gece yolculukları yaptım. Yalnız başıma. Daha önce farklıydı, yazıyordum, siliyordum; tekrar yazıyordum. Yarım kalan sayfaları tamamlıyordum.
Bu yolculukta, gece vakti kalktım; masanın başına oturdum, yazdım, yattım.
Öyküler de öyle çıkıyor içimden. Bir not defterim var, bazen tek kelime notlar alıyorum, anımsatıcılar gibi onlar. Benim için öyle. Sonra dönüp baktığımda bir gece yolculuğunda öyküye dönüşüyorlar.
Ben hâlâ başka yollar, başka duraklar arıyorum. Sanırım bu sonsuz bir döngü.
Tiyatro ve sinemayla iç içe olan birisiniz ve yine böyle bir aileden geliyorsunuz. Sanatla her zaman iştigal ettiğiniz görülüyor. Peki bu yazma sürecinin nasıl başladığını ve özellikle Artıkaranmayanlar Gezegeni’nin nasıl ortaya çıktığını bize anlatabilir misiniz? Çünkü eserinizde bir yerde, “Eğer bu yazdıklarımı okuyorsan, eyvah! Okuyorsan sayıklamalarım birinin eline geçti demektir. Sayıklamalarım bir kitabın içine bile düşmüş olabilir. Ya da ben artık utanmaktan vazgeçmişimdir,” diyorsunuz. Bu da hâliyle eserin oluşum ve yayımlanış sürecini daha da merak edilir kılıyor.
Diyorum evet. Diyor kız 🙂
Öyle yazıldı da ondan. Okunsun mu, okunmasın mı dediğim iki ucun arasında bocalayarak.
Nasıl yazıldı? Neden yazıldı? Bir cevabı yok.
Hisler kelime, kelimeler cümle olmak istedi ve yapacak başka bir şey yoktu, çünkü kendilerinden çok emin bir şekilde bunu talep ettiler.
Kayıplara, bir zamanlar bir bütünün bir parçası olan tüm “eksik”lere o kadar hayranım ki onların bir gezegeni olsun istedim.
Sokaklarda, kaldırımlarda gördüğüm, pek çok kişinin görmediği minik “eksik”ler yürüye yürüye bir gezegene varıyordur herhalde dedim.
Yazma süreci tam da bunu hissettiğim gece başladı.
Artıkaranmayanlar Gezegeni aslında bir bütün olarak da ayrı ayrı öykülerden oluşan bir yapıt olarak da ele alınabilecek bir eser. Birçok farklı hikâye var aslında, birbirleriyle bağlantılı veya spesifik olarak değerlendirilebilecek. Okuruna göre biçim bulabilecek bir eser, diyebiliriz sanırım. Peki bu kitap sizin için “bütün”ünü nasıl buldu? Siz eser oluşurken onu ayrı ayrı hikâyelerden yola çıkarak mı oluşturdunuz yoksa kafanızda her zaman bir bütün var mıydı?
Yoktu.
Bu hale gelmesini Deniz Yüce Başarır’a, onunla ne zaman bir araya gelsem bana önerdiği fikirlere borçluyum. Beni hep heyecanlandırdı. Her daim 🙂
İnsanın yazdıklarına karşıdan bir başkası gibi bakabilmesi zaman alıyor. Deniz, sonra beni Işıl’la tanıştırdı. Editörüm Işıl Özgüner. İşte o zaman kafamdaki tüm soruların cevaplarını buldum.
Biz bu tanışmalara aramızda “kız gücü” deyip çok gülüyoruz.
Ama doğru.
Tam bir “kız gücü” kitabı oldu Artıkaranmayanlar Gezegeni.
Sonra Elif Karlı çıkageldi ve kitabın kapak tasarımı da bitti, ruhunu anladı kitabın Elif. Şanslıydım yani yaratım süreci boyunca, çok şanslıydım.
Parçalar ve insanlar bir araya geldi, her anlamda.
Kitabınızda öne çıkan bir “gitmek veya kalmak”, “kaybediş” ve “içinde olmakla dışında kalmak” sorunsalları var. Öyle ki karakterlerinizde bu durum kendini epeyce aşikâr ediyor. Kutya’nın hikâyesi buna örnek olarak verilebilir daha ilk bakışta. Gezegeniniz ve sizin için bu meselelerin anlamı nedir?
Bir yerden giderken o yerden gitmek istediğimiz “neden” de bavulun içine gizlice veya aleni bir şekilde giriyorsa bir yere gitmiyoruz aslında.
Bunu düşündüm yazarken.
Gitmek bir kaçış olduğunda yerinde sayıyorsun aslında.
Kaybediş ise doğamızda var. Kendini kaybetmek, bir obje kaybetmek veya birini kaybetmek.
Kaybettiğimizi fark etmediğimiz şeyleri düşündüm çok fazla.
Onlara yazdım ben bu kitabı.
Onları kaybettiğim için çok üzgünüm ve hayat onlar olmadan devam ettiği için şaşırarak yazdım tüm kelimeleri.
Evet, hayat kesinlikle tüm hızıyla devam ediyor.
Tanıtım bülteninde de belirtildiği gibi kitabınız bir “kaybedilen ve peşlerine düşülmeyen her şeyin bir araya geldiği bir dünya”. Farklı şekillerde de bunu ifade etmek ve tanımlamak mümkün. Ancak benim esas merak ettiğim yazarı(nı)n kendi kitabını nasıl tanımladığı ve ifade ettiği, bu daha ilginç olurdu. Bizimle hem kitabın yazarı hem de bir okuru olarak tanımlamalarınızı, düşüncelerinizi paylaşır mısınız?
Tanımlayamıyorum. Kendimi de anlatamıyorum mesela röportajlarda. Diyorum ki ben beni anlatmayayım, beni öğrencilerime sorun, çok doğru cevaplar alırsınız.
Bu da onun gibi bir şey. Okur olarak bu kitabı anlatamam çünkü onu yazmış olduğum aklımdan çıkmıyor. O zaman yazar olarak anlatayım diyorum o da olmuyor, çünkü anlatılamıyor.
Gezegene iniş yapmak gerekiyor 🙂
Zamanla ilgili özel bir “mesele” var kitabınızda. Bu her sayfada hissediliyor. Zaman, alışmak, vakit geçirmek, uyum sağlamak veya sağlayamamak… Her şey zaman alıyor ve öğrenmeyi gerektiriyor. Bu gezegende hiçbir şey birdenbire olmuyor gibi. Üstelik siz de bir eğitmensiniz aynı zamanda. Erbulak’ın zamana yaklaşımını belirleyen temel dürtünün ne olduğunu öğrenebilir miyiz?
Bu benim okulda öğrencilerimle her hafta tartıştığım bir konu.
“Zaman.”
Çok âşığım zamanın gücüne.
Zamanın hafifliğine ve bağışlayıcılığına.
Kırıldığımız insanları bile önce zaman affediyor, sonra biz.
Sinemada, özellikle sinema disiplininde geçen zamanı anlatmanın yollarına da âşığım.
Asghar Farhadi bunun en yetenekli sihirbazı bence.
Zaman öyle bir peri ki kimimizin ilhamı, kimimizin ise laneti.
Ve hem ilham hem lanet de olabiliyor.
Gücünü sürekli değişmesinden alıyor.
Değişmesinden ve değiştirmesinden.
Onunla sonsuza kadar ilgileneceğim ve hakkında sabahlara kadar düşüneceğim biliyorum bunu.
Varlığını alt edebilecek çok az şey var.
Biri aşklar, biri de kitaplar…
Artıkaranmayanlar Gezegeni’ndeki bölüm başlarında yer alan müzikler ve Haruki Murakami’nin 1Q84’ünden yaptığınız alıntılar kitap boyunca okura eşlik ediyor. Bunlar özellikle sizin kişisel zevklerinizi, diğer sanat dallarıyla olan ilişkinizi ve kimlerden etkilendiğinizi ve bu metne yakın bulduğunuzu gösteriyor; etkileşim ve çağrışım. Böylece birkaç katmandan oluştuğunu söyleyebileceğimiz bir eser var ortada. Tüm bunlar düşünüldüğünde sizi etkileyen yazarlar/eserler/sanatçılar nelerdir? Onlarla etkileşimiz nasıldır? Sıkça alıntı yaptığınız Murakami özelinde onun eserleriyle yakınlığınız nasıldır?
Ona âşığım.
Onu anlıyorum.
Yazdığı her şeyi anlıyorum onun.
Şimdi bu satır da burada duruyor, pek de anlaşılmayacak ama olsun, varsın anlaşılmasın benim için kalsın diyorsa mesela, ona demek istiyorum ki; “elbette kalsın sevgilim, ben anlıyorum…”
Murakami böyle bir yerini kaplıyor hayatımın.
Sevdiğim müzikler de öyle.
Onları çok seviyorum ve istedim ki okur da dinlesin, okura da nüfuz etsin melodiler.
Bence çok romantik oldu 🙂
Kitabınızdaki bir diğer ana mesele aslında “hatırlamak”. Karakterler dokundukları nesnelerden oturdukları sandalyeye kadar her eylemleriyle bir hatırlamanın kucağına düşerler, geçmişe koşarlar ve bu onlar için dipsiz bir kuyuya döner. Hatırlamak ve geçmiş sizin için ne ifade eder?
“Mutluluk sonradan anımsanan bir şeydir” diyor Yıldız Kenter.
O kadar doğru ki.
Hatırladıklarımız en güzel ülkede yaşamıyor mu artık? Çok mutlu değiller mi orada? Peki ya mutsuz anlar? Onlar da mı orada? Hatta yan yanalar mı acaba?
Geçmiş, çok derin bir kuyu. Bazen, fazla eğilirsen içine düşüp çıkamaman da mümkün.
Ben o kadar eğilmiyorum ama sıklıkla kuyunun başında olduğumu söyleyebilirim. Bakıyorum. Dikkatle bakıyorum aşağıya.
Artıkaranmayanlar Gezegeni’nden sonra edebiyatınızda değişen bir şeyler var mı? Okur olarak bizleri gelecekte neler bekliyor, yeni bir çalışmanız var mı?
Hayallerim var.
Beni heyecanlandıran hayaller.
Çalışmam gerekiyor.
Kendime bir armağan verdim ben.
Yoktan var ediyorum ve hiç tanımadığım insanlara ulaşıyorum.
Bunun öyle bir hazzı oluyor ki insan mukayese edemiyor hiçbir şeyle.
Sonra diyorsun ki neden karşılaştırmaya çalışıyorum ki zaten?
Kendini bırakıyorsun, o hep arzu ettiğin akışa…
Öyle bir şey yazmak.
Akışta kalmanı salık veren bir şey.
Gelecekte beni ne bekliyor bilmiyorum ama nehrin üzerindeki kütük gibi salına salına yüzüyorum ben yazmaya başladığımdan beri.
Onun için beni neyin beklediğini bilmiyorum. Güzel şeyler var ama geçtiğim taşların üzerinde…
edebiyathaber.net (9 Kasım 2018)