Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Yazdığı romanlarla okurun beğenisini kazanan Sezgin Kaymaz ile yeni çıkan öykü kitabı “Bakele” üzerine söyleştik. Kaymaz, sadık bir okur kitlesi olan ve bu okur kitlesini her geçen gün genişleten bir yazar. 1962 Sinop doğumlu. Özgeçmişinde şu ifadeler yer alıyor: “Hacettepe Üniversitesi İngilizce Dilbilimi Bölümü’nü, Türkçe dersini veremediği için son sınıftan terk etti. 1976’dan itibaren oyuncu ve teknik direktör olarak hentbolla uğraştı. Türkiye Voleybol Federasyonu’nda Koordinatör olarak çalıştı.”
April Yayıncılık tarafından okura sunulan “Bakele” kitabında akıcı bir dille gündelik hayata dair öyküler anlatıyor Kaymaz. Kimi zaman gülümsetiyor, kimi zaman düşündürüyor, kimi zaman sorgulatıyor…
Sizinle henüz tanışmamış okurlar içindir bu sorum: Sezgin Kaymaz okuru olacaksak, neden?
Samimiyetten.
Kimseye mesafe koymadan, arada bir mülahaza tanesi kadar olsun boşluk bırakmadan yakınlık kuruvermek, “Yanacaksak baştan yanalım.” demek gibidir. Soğuk soğuk, mesafeli mesafeli durup sen bana, ben sana içten gelmeyen, durumu idare eden sözler söyleyip pozlar yapıp ileri bir vakitte sen benden, ben senden buz gibi soğuyacaksak, bu ihtimal hep varsa, varsın başından olsun demek gibi.
Kimin ne olduğu ezelden belliyken kendini saklamaya, saklanmaya çalışmak niye? Neysek o değil miyiz? Tam da o’yuz. Sezgin Kaymaz okuru olacaksak, hilesiz, hurdasız, makyajsız, sıvasız, ta kendimiz olduğumuz için olacağız.
“Bakele” diye kime der(sin)iz?
Birine nasıl hitap edeceğimize karar verememişsek, konuşmalarımıza “Ee…”, “Şeyy…”, “Ya aslında…” falan diye başlarız. Karar vermiş, ama o kararı söze dökecek cesareti bulamamışsak, yani ağzımızdan çıkacak olandan çok daha fazlasını söylemek istediğimiz hâlde bir türlü söyleyemeyeceğimizi, ne söylesek az geleceğini düşünüyorsak da “Bakele” diye. Sanki…
“Bakele”deki öyküler, bir mahalle dizisinin birbirinden bağımsız gibi gözüken, ancak kesişen bölümleriymiş gibi duruyor. (Okur, aynı zamanda izliyor.) Ne bulacak peki o eski mahalleden?
Örtülerin, maskelerin, rollerin, pozların, havaların, sıfatların, mevkilerin, makamların, “Ben” denirken bile BEN’den öte her şey olan bir sürü öğretinin, standardın, ıvır zıvır ağırlığın, yükün, davranış kalıbının eski elbiseler gibi sıyrılıp atılışına şahit olmak güzeldir. “Bakele” bu güzelliklere şahit etti beni. “İnsan, aradığıdır.” der Mevlânâ. Arayan, kendisini bulacak kitabın bir yerlerinde. Ve Şems onu şöyle tamamlar: “Aşk, bulduğudur.” Hiç şüphe yok; kendisini bulan, aşkı da bulacak.
“Angaranın Bağları”, “Hacılar Götürsün”, “Ahlâksızlığın Ahlâkı”, “Otuz Bir”, “Sınıkçı”, “Cızgı”, “Conta”, “Hiç”… Her bir öykünün evreni farklı birbirinden. Ortak olan yönleri ise sahiciliği… Kaleminizin sırrı sahiciliğinde mi?
Demin, beş adım önümüzde yürürken yere tüküren pis herifle aynı otobüse biniyoruz birkaç dakika sonra. Üç beş durak sonra doluyor otobüsümüz. Biz tepemizde dikilen ihtiyarın “Çok yorgunum…” diyen gözlerini görmemek için uyuyor numarası yapıyoruz, ama o deminki pis herif bir telaş kalkıp yer veriyor, elinden tutup buyur ediyor ihtiyarı, oturtunca da “İyi misin?” diye soruyor. “Rahat oturdun mu?” Zihnen horladığımız bir adam, bizi horlukta Guinnes’e sokuyor. Hayat, sadece gözümüzün içine girenlerle değil, göz ucumuzdan geçip gidenlerle beraber hayat. Sadece uğruna can verebileceklerimizle değil, zerre kadar aldırış etmediklerimizle… Kâinatın varlık sebebi bizmişiz gibi düşünmeyi ve davranmayı bırakırsak, herkesin bizim kadar “biricik” olduğunu, bizim de herkes kadar eğri büğrü olduğumuzu görmeye başlarız. Ben buna göre yazıyorum. Kitaplarımdaki karakterlerle her an bir yerlerde karşılaşabilmeliyim. İçimden öyle geliyor.
Yazarken kullandığınız bu sıcak, samimi ve hakiki dili gündelik hayatta görebiliyor musunuz?
Nadiren. İnzivaya çok yakın bir hayat sürmem bundan. “Böyle dedi ama acaba aslında ne dedi?” diye düşünerek tam siper yaşamak çok zor ve yorucu. Öyle yaşamak istemiyorum. “Böyle dedi, demek ki böyle dedi.” diyebileceğim insanlarla yaşamak istiyorum. Kendini esirgemeyen, içi ne ise dışı o olan insanlarla. Bulduğum zaman da hemen tav oluyorum zaten.
“Bakele”deki öykü karakterleri, hayatın içinde sıkça rastladığımız türden. Ancak yaşadıkları bazen oldukça sıra dışı, sarsıcı ya da yaralayıcı… “Ben Geldim de…” diyenler ne yapmalı?
Ne isek o’yuz; bunu değiştiremeyiz. Ve başımıza ne gelecekse o gelecek; bunu hiç mi hiç değiştiremeyiz. Yani her ne olmuşsa, o an başka bir yerde olmadığımız için olmuş olacak. Başka bir yerde olabilir miydik peki? Zannetmiyorum. Ne isek o olduğumuz için, olsak olsak orada olabilirdik. Kısacası, kaderimiz şudur: BİZ. Kaderimizin ta kendisiyiz.
“Son pişmanlık fayda vermez.” derler; doğru değildir. Verir. Pişman olduğumuz, “Ah şimdiki aklım olsaydı…” dediğimiz milyon tane eşeklik vardır geçmişimizde. Bugünkü varlığımızı pişmanlık dolu geçmişimize borçlu olduğumuzu unutmayalım e mi? Geri dönüp bir tek hatamızı ortadan kaldırsak, şu anki yerimizde yeller eseceğini unutmayalım.
Öyküleriniz, Hızır Aleyhisselam’ın arada bizlere uğradığını söylüyor, rüyaların hâlâ ilham kaynağı olduğunu ve de bakmakla görmenin aynı olmadığını… Hayal ile hayat arasındaki fark nedir sizce?
Hayat; başımıza gelendir, hayal ise başımıza gelmesini istediğimiz. Aralarında mutlak bir geçirgenlik olduğunu pek düşünmeyiz. Birbirine ölümüne zıt görünen her iki şey arasında da vardır bu geçirgenlik. Kesintisiz dert yoktur örneğin. Ne kadar büyük olursa olsun, her dert durur, kurbanını pataklamaya devam etmeden önce bir soluk alıp dinlenir. O zaman dertli mutlu’ya dönüşür. VE kesintisiz mutluluk da yoktur. Ne kadar sonsuz görünürse görünsün, her mutluluk durur, kahramanını şımartmaya devam etmeden önce bir soluk alıp dinlenir. O zaman da mutlu dertli’ye dönüşür. İki duygu arasında, sık sık birinden diğerine savrularak iklimden iklime yaşar gideriz. Dardaysak sabra bel bağlar, hâlimizden hoş isek şükre kapak atarız. Hayat sabır duasına dönüşmüşse; şükür tatlı bir hayâldir bizim için. Yok hayat nimet olmuş da tepemize tepemize yağıyorsa, şükretmelere doyamıyorsak; sabır duası korkulu bir hayal.
“Cızgı” diyen öğretmenler de var öykülerde, Huzurevi’ndeki yaşlılara gelen hediyeye çöreklenen bakıcılar da, kötü bir aile ortamında büyüyüp ‘iyi’ kalabilen çocuklar da… Sosyolojik açıdan son döneme dair gözlemlerinizi almak istesek?
Oradaki herhangi bir acı, oradaki herhangi bir acı değildir, senin kendi acındır bizzat ve tam da buradadır. Kafanı ne yana döndürürsen döndür, gelir konar omzuna. Senin karşına gaspçı olarak dolanır çıkar birinin yoksulluğu, benim karşıma eli bıçaklı tinerci olarak; öbürünün karşısına kefen parasını çalan hırsız olarak… Tecavüzcü, mafyacı, vahşi kapitalist, faşist, şu bu… Say sayabildiğin kadar. İlle de çıkar. Herkesin derdi bitmeden kimsenin derdi bitmez, son aç doymadan senin ekmeğin nimete dönüşmez, ağlayan son çocuk gülmeden hayat senin çocuğunun yüzüne gülmez.
Son döneme dair gözlemlerimi şaşkın bir soru ve çaresiz bir feveranla ifade etmek isterim: “Bu kadar basit bir şeyi niye kimse anlamıyor?”
“Ulan, var ya…”
“Yetenek, istikbalin yegane kurucu unsuru olmak gerekirken, dünya hayatından tekme tokat kovuldu da onun yerini ‘ilişki’ denilen bir şey aldı… Bu da marka yarattı.” demişsiniz bir söyleşinizde. Yolun başındaki yazarlar ne yapacak/ yapmalı bu durumda?
Farkındayım; yeni dünya düzeninde ne kadar arsızlaşabiliyor, ne kadar yırtıklaşıp ona buna yamanabiliyor, kendinizden ne kadar vazgeçebiliyorsanız o kadar özgüvenli, karizmatik ve işbilir sayılıyorsunuz. Yolun başındaki yazarlara, ilk dosyalarını koltuklarının altına alıp da bir yayınevinin kapısını çaldıkları o anki tevazu ve kendine özgülüğü hiç kaybetmemelerini tavsiye ederim. İlk kitaplarını içlerinden geldiği gibi yazmışlardı; sonrakileri de ve sonuncusunu da öyle yazsınlar. Yazacaklarını, hislerine, yol ve yordamlarına kimseyi karıştırmadan kâğıda dökmeye heves etsinler, aferin almaya değil. Tek “Aman kurban olayım…” diyeceğim budur.
Söyleşi: Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (23 Şubat 2015)