1580’ler, İngiltere’nin en büyük kenti Londra. Yirmili yaşlarındaki taşralı (kimine göre çiftçi, kimine göre ise bir kasap) William Shakespeare, Londra’nın en önemli tiyatro şirketinde oyun yazarı ve oyuncu olarak çalışıyor.
Oyunculuğu kimsenin ilgisini çekmiyor. Dramaları ve komedileri, ondan çok daha iyi yorumlayan onlarca meşhur oyuncu var. Ama yazdığı oyunlar. İşte onlar çok farklı. Merak uyandırıyor, insanı derinden etkiliyor ve salona seyirci çekiyor: O yıllarda Britanya adasında Katolik mezhebinden Protestanlığa geçmenin kanlı ve tehditkar sancıları yaşanıyor, veba salgınlarıyla kitlesel kıyıma uğrayanların yası tutulmadan bir yenisi patlak veriyor, Kraliçe Viktorya’nın ağır vergileri her gün daha da ezici hale geliyor ve genç kızlar bakire olduklarını kanıtlayan senetlerle ailelerinin seçtiği kocalarla evlendiriliyor. Tiyatro oyuncuları yaptıkları taklitler ve girdikleri kılıklar nedeniyle dindarlar tarafından Tanrı’ya şirk koşan günahkarlar olarak görülüyor. Toplumun neredeyse tamamı dinine bağlı ve hemen her şeyi günah kabul eden bir sıkı gözetimi benimseyerek yaşıyor. Geri kalan azınlığın da hoşgörü ile arası pek iyi sayılmaz: Onlara göre tiyatro dine küfür değil ama oyuncularını ve yazarlarını kendileri gibi saygın bir hayat sürmemekle itham ediyorlar. Tiyatroda oyun izlemeye günahkarların, akılsızların, işsizlerin ve tuhaflıklarıyla ün salan soyluların gidebileceğini düşünüyorlar. Bu sebeple de Londra’da tiyatroda tek başına oyun izlemeye giden bir dul kadın ya da genç kız, toplum nazarında ‘Ben bir orospuyum’ demiş oluyor. Ve öyle muamele görüyor. Tarımla uğraşmak, bakkal ya da demirci açmak ya da soylular için pahalı ev ile süs eşyaları üretmek, Londra’nın en saygı duyulan işleri arasında yer alıyor. Bu meslek kollarıyla uğraşanlar bir süre sonra belli bir zenginliğe erişince babaları basit bir çiftçi, demirci, bakkal ya da katil, hırsız ve tecavüzcü olsalar dahi, soyluluk armasını notere kabul ettirebilecek harç ücretine sahip olunca statüye kavuşuyor.
İşte tüm bunlara karşın William Shakespeare adlı genç adam, babasının bıraktığı o günlerin şartlarına göre rahat bir yaşam sürmesini sağlayabilecek mal ve paraya karşın, doğduğu Startford’dan Londra’ya geliyor. Onu, bu kararı almaya neyin tetiklediğiyle ilgili en küçük bir resmi kayıt yok. Zaten William Shakespeare hakkında, resmi kayıtlara girmiş bir iki bilgi kırıntısı dışında hiçbir şey yok. Elde olanlar evlilik belgesi ve eşine bıraktığı miras kaydı. Bugün onun adıyla anılan William Shakespeare araştırma uzmanları, dönemin lime lime olmuş ve kişinin kimliği ile soyuna ilişkin yanlış bilgilerle dolu nüshaları arasında, dünya edebiyat tarihinin akışını değiştiren adamın ayak izlerini arıyor. William Shakespeare araştırmalarının çoğu, bir varsayım toplamından ibaret. Bunlardan en kuvvetlileri de küçük William’ın Latince eğitim aldığı ilkokul döneminde, köylerine gelen tiyatro topluluğunun oyunlarını izlemesi ve bundan etkilenmesi olarak araştırmacılar tarafından kabul ediliyor. William’ın gittiği okulda (tabii ki dini eğitim veren bir kurum) kızlara ait rollerin de kılık değiştiren erkekler tarafından oynandığı bir oyunda yer aldığı konusunda kayıtlara da ulaşıldığı öne sürülüyor. Bu teze göre William Shakespeare, küçüklüğünde izlediği ve birinde de oyuncu olarak yer aldığı oyunların etkisiyle yazar ve oyuncu olmaya karar veriyor. İster bu tez doğru olsun isterse sadece Tanrı’nın bildiği başka bir neden, en nihayetinde William Shakespeare Londra’ya gelir ve şehrin en ünlü tiyatrosunda çalışmaya başlar. Ki dünya edebiyat tarihinin akışı da 1580’li yıllardan itibaren değişir:
William Shakespeare hem kendi dönemini anlatan hem de o yıllara göre de ‘tarihsel’ olarak nitelendirilebilecek, eski dönemleri anlatan birçok oyun yazdı. Ama Shakespeare oyunlarını, Londra’nın hemen her caddesinde birden fazla bulunan ve çok kıyıcı bir rekabetin yaşandığı diğer tiyatroların temsillerinden farklı kılan bir şey vardı: Kullandığı dil. O günlerde oyunlar, belki de üzerlerinde yoğun bir dini baskı olduğu için, Hıristiyanlığı övmeye dönük, eskilerin kullandığı dille yazılırdı. Oysa ki William Shakespeare denilen genç, sokağın dilini edebiyata uyarlayarak tiyatroya gelen yedinci dereceden İngiltere tahtı varisini de, sonradan olma bir demirci-soyluyu da ve bir ayyaşı da aynı anda güldürmeyi, ağlatmayı, heyecanlandırmayı ve cesaretlendirmeyi başarıyordu. Hamlet’i izlemeye gidenler, bu talihsiz Danimarka prensinin şu sözleriyle karşılaşıyordu:
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece!
Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.”
Yazmanın mecburiyeti
Böylece William Shakespeare‘in dilinin farklılığı oyunlarını diğer namlı oyun yazarlarının önüne geçirirken, öte yandan oyunlarının konusu da diğer oyun yazarlarını alt eder. Onlar Hıristiyanlığı öven ve mutluluğun otoriteye itaat etmekle sağlanabileceği mesajını veren oyunlarıyla izleyiciye ulaşırken Shakespeare ise Romeo ve Jüliet’de iki düşman ailenin çocuklarının yaşadığı aşkı, Kral Lear’da yaşlı bir kralın ülkesini paylaştırdığı kızlarından gördüğü nankörlüğü, Atinalı Timon’da sınırı konulmayan cömertliğin nasıl felaketlere yol açtığını, Othello’da aldatılma intikamının yakıcılığını, Venedik Taciri’nde kandırılan bir genç kızın intikamı peşindeki babayı anlatır. Bunlar, tiyatro izleyicisinin o güne değin sahnede izlemeye şahit olmadıkları konulardı ve hemen tüm oyunlar Londra’nın sokaklarında, evlerinde, saraylarında hiç durmadan yaşanan gerçeklerden yapılma oyunlardır. William Shakespeare’in oyunlarının büyüklere saygı, yaşlılara ilgi ve gençlerin aşk gibi ipe sapa gelmez konularla ailelerin başlarına açtıkları sorunları ele aldığı yapıtları tiyatro izleyicisi yani müşterisini mutlu kılacak türden popüler konulardan seçilir. Fakat bu alelade bir popüler olma çabasının ürünü olmaz. William Shakespeare, bugüne değin dünyanın en nitelikli popüler eserlerini vermiş yazarı olarak tarihe geçer. Aslında bu davranışının edebiyata ihanet eden bir tarafı da olmaz. Öyle ya, kitapları basılan ve aldığı telifle zengin bir hayat yaşayan bir yazarlık tanımı William Shakespeare’in yaşadığı dönemde hayal bile edilmez. Onun var olabilmesinin ve yazabilmesinin tek dayanağını üzerinden onlarca kez geçtiği ve defalarca değiştirdiği, kütüphanesindeki başka oynananı bambaşka olan oyunlarının izleyici ne kadar cezp edişi oluşturur. Ne kadar çok seyirci, o kadar başarı.
Ama William Shakespeare, bu ne kadar başarı ifadesini basitleşip, sıradanlaşarak yapmak yerine o güne dek denenmemişin ve yapılmamışın peşinden giderek yapar. Bunun en önemli kanıtını da Fırtına oyunu oluşturuyor. Bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir adada geçen oyun dünya edebiyatının gerçeküstü-fantastik ilk yapıtlarından olma özelliğini taşır. Ki bu Shakespeare’in zihninde oyunlarını kategorize edip, yazılmışı bir daha yapmamak yolunda nasıl istikrarlı olduğunu da gösterir. Shakespeare, Fırtına gibi hem tiyatrosu hem de kariyeri açsından bir riske girmek yerine pekala basit bir oyun yazabilirdi. Ama Shakespeare, Londra tiyatrolarındaki oyunları takip edip, onların vasatlığı fakat seyirci çeken özellikleri üzerine yeni ve güzel şeyler koyup, daha ileri gitmeyi başarmanın ustasıdır. Bu ustalığı da döneminin yazarlarının tek düzeliğine, sadece popüler metinler yazıp seyircinin parasını almaya dönük çabasına ve toplumu kendisi gibi iyi tahlil edememelerine borçludur.
Eğer Shakespeare’in Londra tiyatrolarının ateşli rekabetinde paçaları tutuşmasaydı, oyun yazma ritmini yakalandıktan sonra eserlerini peş peşe veremezdi. Bunu söylemek için Shakespeare uzmanı olmaya gerek yok, edebiyat bilmek yeter. Çünkü Shakespeare’in oyunlarının izleği hemen hemen birbirinin aynıdır. Topluma mesaj vermeye dönük bir baş karakter ve onun etrafında tamamen saf, tamamen kötü ve tamamen inançlı insanlarla örülü bir ağ. Öte yandan ana hikayeyi destekleyen ve rahatlatan iki ya da üç yan hikaye ve izleyicinin verdiği parayı helal edeceği bir dramatik son. Bu yöntem de Shakespeare’in edebiyatını nitelikleştirmez aksine yüceltir çünkü bu tempoda, böylesine ardı ardına ve birbirinin kalıbından çıksa da birbirine çok az benzeyen metinler üretmek için bir insan olmaktan öte seçilmiş bir insan olmak gibi hiç de sıradan olmayan özellikler gerekir. Shakespeare oyunlarını hangi kaygılarla yazdıysa, Dostoyevski de borçlularından kaçarken girdiği sara krizlerinde romanlarını aynı şekilde yazdı. İkisi de olağanüstü durumlardı, ikisinin de bundan başka çaresi yoktu ve ikisi de nitelikli edebiyat yaparlarsa üzerlerine yıkılan bu dağdı kaldırıp, çıkışa ulaşabileceklerini biliyordu. Popüler şeyler yazsalar da bunu nitelik hamuruyla yaptıkları için, tarihin silinmez mürekkebiyle en iyilerin defterine yazıldılar.
Onu tarihe geçir
Öte yandan dünya edebiyat tarihinin en çok tekerrür eden durumu Londra’da yaşanır ve William Shakespeare, dönemin oyun yazarlığı mafyasının en öldürücü tetikçisi Robert Greene’nin hedefi olur. Greene, Shakespeare ile düello etmek yerine onu sırtından vurmayı yeğler ve ‘O bizim gibi üniversiteli bir yazar dahi değil. Üstelik yazacakları geleceğe kalmayacak’ türünden bir mektup yazar ve bu taşralı yazarı aşağılar. Bu iki şeye sebep olur: Shakespeare’nin adını duymayanların da duymasına ve oyunlarını merak etmesine. İkincisi de Shakespeare’nin adının resmi kayıtlara en sağlam delille girmesine. Acaba Greene bunu bilseydi, kıyasıya nefret ettiği Shakespeare’e bu iyiliği yapar mıydı? Shakespeare, hatırı sayılır bir yazar olsa da soyluluk başvurusu ve çizdirdiği aile arması kabul görmez, eşinin kendisinden 8 yaş büyük oluşu ve evlendiklerinin üzerinden 6 ay geçtikten sonra kızlarını dünyaya getirmesi haklarında iffetsiz dedikodusuna sebep olur. Yani hayat bir yandan verdiklerini öte yandan ustaca alır ama Shakspeare vazgeçmez.
Hastalıklı bir yazar değil
Veba salgınlarının ve savaşların tiyatroları zorunlu olarak kapattığı yıllarda oyun yerine şiirler yazar Shakespeare. Çünkü onun edebiyatı, şiirseldir, oyunları da birer şiirdir ama olay örgüsüne bağlı şiirlerden oluşur ve bir söz dizim ustalığıyla bilenir. O da oyun tadında soneleri ile edebiyata devam eder. Ama derdi edebiyat yapmak da değildir. Shakespeare, oyun yazma ritmini kaybetmek istemez. Tiyatrolar kapalıyken yani patronları ve izleyiciler tarafından test edilip, oynanabilir denilecek bir oyun yazacak durumu yokken, açılacak tiyatrolar için arşivlenmek için oyun yazmayışı da bundan gelir. Ve hangi amaçla yaparsa yapsın, soneleri de birer sanat eseri olur. William Shakespeare, bir süre sonra tiyatrolar yine açılınca oyun yazarlığını sürdürür ama bunu Londra’nın en iyisi olma iddiasına bindirmez, her şeyin bir sonu olduğunun farkına varır daha eli kalem tutarken de yazmayı bırakır.
William Shakespeare, yazmaya hastalıklı bir şekilde bağlı değildir. 1616’daki ölümüne değin yani 52 yaşında hayatını kaybetmeden önce emekli olur, son birkaç yılını eşiyle, kızlarının evlilik hazırlıklarıyla geçirir. Belki de William Shakespeare, kızlarına mülkünü bırakan ve kızlarının nankörlüğüne marus kalan bir Kral Lear olmaktan korktuğu için her şeyle kendi ilgilenir. Yani William Shakespeare için hayat, yazıdan önemlidir. Yaşarken de kitapları basılır, satar, ilgi de görür ama bunlar çerez türünden cep boy eserlerdir. Dünya edebiyatını etkileyişi ölümünün ardından dostlarının bastığı ve üzerinden iki yüz yıla yakın zaman geçtikten sonra yeniden keşfiyle mümkün olur. Neresinden bakarsanız bakın William Shakespeare’in yazdıkları, yazma biçimi, yazma bakış açısı, yazma rutini ve yazıyı bırakma hali birer ders sayılıyor. Popülerliğin peşinde nitelikli bir yürüyüş, tarihin hiçbir döneminde William Shakespeare’inki kadar tiyatral değildir ve olmayacak da. Ama bu oyun yazarının, bugünün roman yazarlarına öğreteceği çok şey var. Tabi duymak isteyene. William Shakespeare ile bitirelim:
“İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.”
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (14 Haziran 2018)