Üstü kapalı durağın gölgesinden yararlanarak bir türlü gelmeyen dolmuşu bekliyordu. Kendi gibi bekleyen iki kişi daha vardı. İç yeleğinin cebinden baba yadigarı köstekli saatini çıkarıp, baktı. Saat neredeyse öğlen olmuştu. “Biraz daha bekleyebilirim”, diye geçirdi içinden. Olmazsa, eve dönecekti. Sahaf Hamdi’ye de başka bir zaman giderdi artık.
Muhlis Bey; otuz senedir aynı mahallede, aynı evde oturuyordu. Beş sene önce emekliliğini istemiş, kara kolluklarını çıkartmıştı. Ruhuna işlemiş memur zihniyeti bir başına yaşadığı iki oda evinde de devam ediyordu. Hiç evlenmemişti Muhlis Bey, gençliğinde birkaç kere niyetlenmiş ama hiçbirini sona ulaştıramamıştı. Onun kısmetinde kendi yağıyla kavrulmak vardı. Bu işi de oldukça iyi beceriyordu. İncelikle ütülenmiş kar beyaz gömlekleri, üstünden yaz kış eksik etmediği iç yeleği, her akşam özenle boyadığı iskarpinleriyle mahallesinin taş kaldırımlı sokaklarından bir İstanbul beyefendisinin narin adımlarıyla yürürdü.
Güneş tepedeki yerine doğru emin adımlarla ilerlerken Muhlis Bey, durağın korumasından çıkardığı başını uzatıp yolun ilerisini kısık gözlerle görmeye çalıştı. Görünürde dolmuş yoktu henüz. Damağında sabah içtiği kahvesinin tadı dolanıyordu. Kahvaltıdan sonra sokağın alt başındaki kahvehaneye yürümüş; kahveciyi, havalar ısınmaya başlar başlamaz, yeşillenen bahçesine çıkarttığı masalarını silerken bulmuştu. Adam, uzaktan Muhlis Bey’i görünce, içeri koşup cezveyi ocağa koyuvermişti. Muhlis Bey ağır adımlarla bahçeye girip, güneşi misafir eden masaların birine oturmuş, gazetesini tam önüne yerleştirmiş ve kafasını kaldırıp yüzünü yalayan sıcağı selamlamıştı. Tok sesi kendinden önce masaya ulaşan kahveci, “Sabah şerifleriniz hayırlı olsun beyim” diyerek orta şekerlisini masaya bırakmış, bildik hasbıhallerden sonra işine geri dönmüştü. Muhlis bey de- şimdi durakta beklerken hala koltuğunun altında sıkışmış duran- gazetesini her bir satırını içine çekerek okumaya başlamıştı.
İnce ince okuyanlardandı. Bütün haberleri sindiriyor, kimine sinirleniyor, kimine içi burkuluyordu. Dünyaya neler olmuştu böyle? Onun, senelerce kendinde biriktirdiği erdemleri, birer sıfattan öteye geçmiyordu artık. Küçük büyük herkesle “sizli bizli” sohbetleri, jilet gibi takımları, cüzdanında taşıdığı ütülü banknotları, berrak kafasındaki devlet anlayışı, hiç ödün vermediği görgü kuralları onu, içinde olduğu dünyanın dışında bırakıyordu. Bu değişime direnmekte de bir sakınca görmüyordu.
Tam da umudunu kestiği anda dolmuş, uzaktan burnunu gösterdi. Duraktakilerin hepsi birden telaşla ellerini kaldırdılar. Önlerinde tıslayarak açılan kapıdan, sıcak hava yüzlerine hücum etti. İçerisi hınca hınç doluydu. Herkesin işe yetişebilmek için arabalara doluştuğu sabah saatlerinin dışında böyle bir yoğunluk şaşırtıcıydı. Yine de, önce bir ayak sonra diğeri derken Muhlis Bey kendini o kalabalığın içinde buldu. Şoför, sanki yeri varmış gibi, birkaç müşteri daha alabilmek için sağdan, yavaş yavaş gidiyordu. Ayaktaki yolcular, neredeyse oturanların üstüne çıkmak üzereydiler. Muhlis Bey kapının kenarında kendine zorlukla tutunacak bir yer buldu. Hoş, tutunmasına gerek bile yoktu. Herkes birbirine o kadar yakın duruyordu ki düşmek ya da sendelemek mümkün değildi. İçerideki hava, yirmi kişinin nefesiyle iyice ağırlaşmış buna rahatsız duruşu da eklenince iç bunaltıcı bir hale gelmişti. Muhlis Bey olduğu yerde biraz kıpırdanıp yarı açık camdan gelen esintiyi yakalamaya çalıştı. Arkalardan birinin “İnecek var” sesi duyulunca, herkes biraz rahatlama umuduyla kenara çekilip, inecek adama yol verdi. Bu yeni düzenlemeden sonra Muhlis Bey de biraz ortalara doğru gelebilmişti. Bir yandan şakağından akan teri silmeye çalışıyor bir yandan da “Kabahat bende”, diye düşünüyordu “Diğer dolmuşu beklemeliydim”. O sırada, yan tarafında, biraz önünde duran genç kızın rahatsızca kıpırdandığını fark etti. Kız sağa sola bakınıp yerini değiştirmeye çalışıyor ama hareket edemediği için oflanıp duruyordu. Muhlis Bey gözlerini biraz sola çevirince kızın arkasında duran gençten bir çocuğu gördü. Genç çocuk, dolmuşun her hareketinde kıza doğru yaslanıyor ve kendini geri çekmek için hiçbir çaba da göstermiyordu. Durumu anlayan Muhlis Bey yaşlı gözlerini oğlanın üzerine dikti ama o, hiç oralı olmuyordu. Kızın rahatsızlığı iyice artınca, Muhlis Bey genç çocuğa doğru eğilerek, usulca “Şöyle bir yer değiştirsek evladım” , dedi. Halinden bir şikayeti olmayan genç çocuk, Muhlis Bey’e kaçamak bir bakışla baktıktan sonra çaresiz, yerini ona teslim etti. Muhlis Bey yaptığı beyefendilikten memnun kızın arkasına geçti. İçerde giderek artan boğucu havaya rağmen, yollarına devam ediyorlardı. Ama kızın sıkıntısı geçmemişti. Hala oflayıp pufluyor, daha da hareketlenerek kendini sağa sola kaydırmaya çalışıyordu. Bir ara, hızla kafasını arkaya çevirip Muhlis Bey’e delici bir bakış gönderdi. Muhlis Bey ne olduğunu anlamamıştı. Kendince yaptığı iyilikten emindi emin olmasına da, kızın “Ama yeter artık!” , diyen sesini duyunca iyice afalladı. Genç kızın, kendini uzaklaştırmaya çalıştığı yöne doğru bakışlarını indirince, utanç içinde fark etti. Elinde tuttuğu gazetesinin ucu, kızın belinin altına dayanmıştı. O saniye kanı çekildi sanki. Yüzü utançtan kıpkırmızı olmuştu. “Ah… Affedersiniz… ”, derken dolmuştaki bütün yüzler ona doğru döndü. Herkes inanmaz bakışlarla Muhlis Bey’i süzüyordu. Alnında domuran terler, göz pınarına doğru akarken, geriye doğru ufak bir adım atmayı başardı. Ama kızın kesik kesik homurdanışı bitmemişti. Ön tarafta oturan kadınlardan birinin “Cık cık cık… yaşına başına bakmadan…” , deyişini duydu. Zayıf kalbi öyle hızlı atıyordu ki bayılacağını sandı. Biraz önce yer değiştirdiği genç çocuk, dudağının yanına iliştirdiği sırıtışıyla ona bakıyordu şimdi. Üzüntüsünden çatlamış sesiyle “Mü… Müsait bir yerde…”, diyebildi. Dikiz aynasından kötü kötü bakışlar fırlatan şoför, serçe parmağının alışkın bir hareketiyle vitesi boşa itti ve sağda sertçe durdu. Dolmuş, utanç ve esef içindeki Muhlis Bey’i, sanki tadını beğenmemiş gibi, kaldırımın üzerine tükürdü.