Metin Aktaş “Harput’taki Hayalet”le vatan bildiği yerde “yabancı” olmuş insanların bu topraklarda bıraktığı derin izlerin peşinden okuruyla güzel ve bir o kadar da hüzünlü bir yolculuğa çıkıyor.
“Yanımda, her şeye rağmen bana yabancı, bütün yakınlığına rağmen benden ayrı, benden başka bir insan…”
Metin Aktaş’ın “Harput’taki Hayalet” adlı son romanı, öncelikle işlediği konuyla övgüye değer. Ermeni tehciri’ni ele almış yazar. “Hepiniz Ermeni’siniz Hepiniz Piçsiniz” söylemleriyle milliyetçiliğin bebekten katil yaratmaya programlandığı ülkemizde “temiz kan”a sahip olmayan ötekilerin yaşadıklarına tanık oluyoruz. Bu tanıklık her ne kadar kurgu olsa da yazarın romanını sağlam bir araştırmaya dayadığı fark ediliyor.
1910’lu yıllarda Doğu Anadolu’da Kürt genci Roc ile Ermeni Sato arasındaki masalsı aşkı Ermeni tehcirinin gölgesinde anlatıyor yazar. Hazar Gölü kıyısında yaşayan seksen beş yaşındaki Baran, torunu Roc’un Osmanlının yaptığı savaşlar için askere alınmasını istemez. Üç oğlunu ve iki torununu bu savaşlarda cephede kaybetmiştir. Baran’ın önünde iki seçenek vardır : Ya oğlu Serdar’a yaptığı gibi askere alınmaması için Roc’un da bacağını kesecektir ya da onu medreseye yazdıracaktır. İkinci seçenek için oğlu Serdar’la konuşur. Ne gerekirse yapacaklardır. Roc ve babası Serdar Harput’taki medreselere doğru yola çıkarlar. Yalnız medreseler öğrencileri kabul etmek için çok fazla rüşvet istemektedir. Serdar, oğlunu her şeyini kaybetme pahasına Deli Hacı’nın başında bulunduğu Sara Hatun Medresesine yazdırır. Roc medreseye gelirken karşılaştığı kızı aklından çıkaramaz. Görür görmez aşık olmuştur ona. Sara Hatun medresesinde sık aralıklarla öğrenciler öldürülür ve medresede asılı bulunan öğrencilerin Ermeniler tarafından öldürüldüğü söylentileri hızla yayılır. Sadece medresede değil dışarda da Osmanlı milislerini Ermenilerin öldürdüğü söylenmekte o güne kadar dostça yaşayan halklar birbirine düşman edilmektedir. Bundan sonrası çorap söküğü gibi gelir. Bir gün önce selam verdiği komşusuna satırlarla saldırır, karısına tecavüz eder, dükkanlarını talan eder, mallarının üstüne konar. Roc, Hamidiye milislerinin komutanı olan dayısını öldürüp Dersim’e kaçar. İsmini değiştirir ve farklı bir kültürün içinde eski yaşantısından uzaklaşır. Yazar bu bölümde Alevilerin yaşayış tarzını yakından izlediğini sezdirir okuyucuya. İnançlarını nasıl yaşadıkları, cem törenleri, gündelik hayat ritüelleri tek tek çıkar karşımıza.
Yazar, tanrı anlatıcıyı kullandığı romanında merak unsurunu baştan sona canlı tutmayı başarıyor. Harput’taki Hayalet oldukça başarılı tasvirler, yerli yerinde ve merak uyandıran bir açılışla başlıyor. İlerledikçe Metin Aktaş’ın o yıllara dair iyi bir okuma yaptığını anlıyoruz. Yalnız kitapta yer alan bazı diyaloglarla(“Aç şu sandığı kafayı yiyecem.”sf.297) yarattığı anakronizm, araştırmalarıyla temelini ördüğü romanının atmosferini zedeliyor. Yaşantılarındaki farklılıkları, yaşadıkları destansı aşkla eriten bu iki gençle yazar doğuda yıllardır süregelen olayları cisimleştiriyor. Aktaş, belki, yarattığı bu masalsı ortamı bozmamak, okuyucularının kendilerini bu büyülü dünyada hissetmelerini sağlamak için kadın tasvirlerini hep aynı şekilde yapıyor. Hemen her kadının kitapta sedef gibi beyaz dişli, uzun, ince ve iri gözlü betimlenmesi o masalsı dünyanın devamı olsa gerek. “Çok güzel bir kadındı Gülizar Hanım. Geniş bir yüzü, iri, siyah gözleri, uzun kirpikleri, kağıt gibi incecik dudakları, sedef gibi dişleri vardı.(sf.419) “Düzgün,sedef gibi beyaz dişleri vardı.”( sf.226) “Adın ne senin? dedi kız; gülümsüyordu. Sedef gibi beyaz dişleri vardı.”( sf.27) …Uzun incecik bir boyu olan kızın iri siyah gözleri…(sf.226) Kadın uzun boylu incecikti…(sf199) Roc’un yaşlarında uzun saçlı, uzun boylu, ince, çam yeşili iri gözlü güzel bir kız…(sf.26)
Romanda, olaylar zinciri nerdeyse tamamen Roc’un etrafında gelişiyor. Sadece son bölümde Sato’nun dolayısıyla Harput’taki Ermenilerin yaşadıklarına onların bakışıyla tanık oluyoruz.
Wadad M. Cortas bir anlatısında, düşüncelerini paylaşırken aslında bizim yaşadıklarımıza da tercüman oluyor: “Çok uzun süredir herkes burada dostluk ve sevgi bulmuştu. Pasternak’ın yazdığı gibi, ‘Tanrının krallığında vatandaş yoktur.’ Buna her zaman inanmışımdır. Bizler ulusal engeller çerçevesinde düşünen insanlar değildik. ‘Yabancılar’ bir zamanlar topluluğumuzun can damarıyken, aramızda geleceğimizi mahveden ‘yabancılar’ olduğunu nasıl düşünebilirdik?”
Metin Aktaş, “ Harput’taki Hayalet”le vatan bildiği yerde “yabancı” olmuş insanların bu topraklarda bıraktığı derin izlerin peşinden okuruyla güzel ve bir o kadar da hüzünlü bir yolculuğa çıkıyor.
Sibel Doğan – edebiyathaber.net (29 Mart 2012)