“Bir gün gelecek, insanların altın kırmızısı gözleri ve şaşırtıcı sesleri olacak; o gün insanların elleri yeniden sevme yeteneği kazanacak ve insanlığın şiiri yeniden yazılmış olacak…’’
Leyla Ruhan Okyay, “Çilesine Aşık’’ adlı öykü kitabına Ingeborg Bachman’ın, “Malina” adlı romanından alıntıladığı bu tümceyle başlıyor. Alıntı tümcenin hissettirdikleri öykülerin bize yaşatacağı duygu hakkında bir ipucu gibi. Sözcüklerin gücüyle bir anda geleceğe dair güzel hayaller kuruyorsak da hemen sonra aynı sözcüklerin ümidi imkansıza dönüştürdüğünü fark ederek derin bir hiçlik duygusuyla sarsılıyoruz.
Yazar daha ilk öyküsüyle Bachman’ın hakkını veriyor. ’’Baharın Bittiği Akşam’’ barışın artık bir rüyaya dönüştüğü Ortadoğu’dan, bütün bu olan bitene oldukça mesafeli yaklaşıp modern (?) duruşunu hiç bozmayan Batı’dan ve Türkiye’den seçtiği kadın kahramanlarla örüyor hikayesini.
Biri, Avusturya’da yaşayan kızını görmek için İstanbul’dan kalkan bir uçakta yolculuk eden, Irakta süren işgal haberleri aklına geldiğinde canı sıkılan, ama kızına yaklaştığını hatırladığında özlemi doruğa çıkan, duyarlılıklarıyla okuyucusuna biraz da yazarını çağrıştıran bir kadın; diğeri kırklı yaşlarının başında ince uzun, kumral saçlı, iki çocuk annesi Fransız Sylvie; ve otuzlu yaşlarının ortasında üç çocuk annesi, savaşın tam ortasında Felluce’de yaşayan Züveyna. Öbür iki kadın biraz daha tanıdık bize; ama en uzağında durduğumuz, tanımadığımız, tanımak da istemediğimiz bir yabancı Züveyna. Nitekim Sylvie, Züveyna’nın içinde yaşadığı cehennemi, vahşetin sıradanlaştığı bu topraklarda yaşananları hepimiz gibi televizyondan izlerken ölüm ne kadar da uzak ona. Okyay’ın öyküsünde Felluce’yi kana bulayan operasyonlarda bir komutanın verdiği “Hareketli ya da hareketsiz her şeyi vurun.’’ emrini dipnot olarak vermesi işgalci Amerika’nın ve onun yaptıklarını kılını bile kıpırdatmadan izleyen uygar Batı’nın gerçek yüzünü belleklerimize kazıma çabası belli ki. Yine savaşın yazgıya dönüştüğü toprakları anlattığı “Kuşları Beklemek” öyküsünde bombaların küçüklerine kuş denildiğini, hele hele o kuşlardan birini oyuncak bebek sanıp kucaklayan Süreyya’nın söylediklerini okuduğumuzda içimizin tüm hazırlıklarına rağmen kötü oluyoruz: “Dünya, savaşı televizyondan seyrediyor. Biz içinde oturuyoruz. Bizi de seyretsinler diye di mi ablacığım?”sy. 51
Yazarın diğer öykülerine baktığımızda çoğunun toplumsal duyarlılıklar üzerinden şekillendiğini görüyoruz. Onun, duygusu çok ağır, bir o kadar etkileyici kısa öykülerle bu coğrafyada yaşanan utançları unutturmak istemediğini anlıyoruz. “Güvercin tedirginliği içindeyim, ama biliyorum ki bu ülkede güvercinlere dokunmazlar,’’ diye yazdıktan kısa bir süre sonra öldürülen Hrant Dink’e atfetmiş “Vartanuş’un Sardunyaları’’nı. “Önce Gülüşümü Aldılar Elimden” adlı öyküde ise Okyay başka bir ‘’utanç’’a dikkat çekiyor. Ergenliğe adım atar atmaz zorla evlendirilen çocuk gelinlerin, başlık parası karşılığı satılan, akrabalarının tecavüzüne uğrayıp sonra intihara sürüklenen, töre gereği sokak ortasında vurulan onlarca kadının başına gelenlerin, artık nasıl meşrulaştırıldığını ‘Kiraz’ın kısacık yaşamının her ayrıntısına gizliyor. Ve bu öyküyü de özellikle doğu ve güneydoğuda kızların okuması için gösterdiği çabadan ötürü Türkan Saylan’a armağan ediyor.
Leyla Ruhan Okyay “Oyun”la bizleri biraz farklı bir yere, tiyatro sahnesine götürüyor. Öykü birbirine çok yakıştırılan bir çiftin evlilik töreniyle perdesini açıyor ve içine girdikçe Shakespeare’in “Dünya bir oyun sahnesi, bizler birer oyuncuyuz.” sözünü hatırlatıyor. Yazar bu öyküde evlilik durumunu bir metafor olarak kullanmış. Evliliğin, seçenekleri sınırlı, yaratıcılıktan uzak, renksiz, tekdüze hallerini, derin bir anlatımla, sıradan sözcük oyunlarına başvurmadan, balayında uğradıkları akraba evlerinden birinde kendilerine armağan edilen kauçuk bitkisi üzerinden yorumlar. “Bu”adlı öykü ise aynı konuya başka bir paralelden bakar. Evliliğin bireyler üzerinde oluşturduğu baskı ve sindirme sonucu adsız, kimliksiz bireylere dönüşen kadınlar anlatılır öyküde. Zeynep’in yıllarca, büyük bir sabırla içinde büyüttüğü öfkenin bir çığlığa dönüşüp son noktayı koyduğu yerde başlar “Bu”.
Kitaba adını veren ‘’Çilesine Aşık’’adlı öyküde yazar, Bergüzar’la Tarık’ın bütün köyün dilindeki sevdasını, divan şiirinin aşk anlayışı tadında anlatır sanki. Uzun altın belikli, ela gözlü, ince belli, sokaklarda bahar yeli gibi dolanan, sesi başka, konuşması başka, dal gibi bir kız Bergüzar. Sevgilisiyle kavuşma anı geldiğinde belki sonunda ayrılık ihtimali olduğundan belki de bütün zamanı aşıp başka bir boyutta, aşk boyutunda yaşamak istediğinden reddeder Tarık’ı. Vuslat bir kol mesafesi kadar yakınken kendini de sevdiğini de tarifsiz acılara sürükler ve zihnimizde şairi meçhul şu mısralar yankılanır durur: “Gül gül dedi bülbül güle gül gülmedi gitti/Bülbül güle gül bülbüle yar olmadı gitti”
Yazarın son öyküsü ‘’Eldiven’’ diğer öykülerine kıyasla daha kapalı ve imge yüklü. Görünürde ayrılan iki sevgilinin birbirlerine söyledikleri son sözler vardır, fakat aslında Leyla Ruhan Okyay bu öyküyle okuyucularına veda etmektedir. Öyküdeki kadın adama elini uzatır, “Hoşça kal” der. Adamın avucunun içine kendinden bir parçayı, elini, tıpkı parmaklarından sıyrılıp alınmış ince deri bir eldiven gibi bırakır. Oysa o el yazarın okuyucularının yüreklerinin üzerine öyküleriyle koyduğu sıcacık bir dokunuş, arkasında bıraktığı izdir.
Kitapta yukarıda bahsi geçen öykülerin dışında Tepe Penceresi, Zamanı mı?, Kardan Babam, Bu Son, Parkta, Kuş Kadın, Demir Ok adlı öyküler de yer alır ve yazar bu öykülerinde de diğer öykülerinde olduğu gibi insanlığın zor, sıkıntılı hüzünlü yanlarına ayna tutar ve bütün kötülüklerin giderek kök saldığı, sıradanlaştığı bu dünyada yaşamaya çalışanları ''Çilesine Aşıkları’’ anlatmaya devam eder.
Sibel Doğan – edebiyathaber.net (19 Şubat 2011)