“Mimarlıkla edebiyat arasında büyük paralellikler olduğunu savunuyorum.”
Leyha Ruhan Okyay'la “yazmak ve yaşamak üzerine” bir söyleşi.
Edip Cansever “Kim ne derse desin ben bugünü yakıyorum/Yeniden doğmak için çıkardığım yangından” diyor. İnsan eskiyen yerlerinden kurtulup yeniden doğmak için mi yazar?
Yazmak, belki kendini yeniden yaratma, ya da Cansever ‘in söylediği gibi yeniden doğmak diye tanımlanabilir. Yazmak edimi, yazar için söylemek istediklerini, dertlerini seçtiği biçemde ortaya koyması, karşı duruşunu dillendirmesidir aynı zamanda. Yazabilmek bu anlamda büyük bir şanstır. Çünkü kendini yeniden var etmek için soyunmak, arınmaktır da bir bakıma…
Mimar olduğunuzu öğrendiğimde sözcüklerin büyülü dünyasını, sayılar ve şekillerin dünyasına tercih ettiğinizi düşündüm. Yazma tutkunuz ne zaman başladı?
Mimarlıkla edebiyat arasında büyük paralellikler olduğunu savunuyorum hep. Çünkü mimari proje tasarımı aynı edebiyat ürünü yaratım süreci gibi… Ve her yapının bir hikâyesi vardır ve mimarının düş gücü, becerisi, bilgi ve görgü çerçevesinde yazılır. Edebiyat ürününün mimarlıktan farkı, bireysel olması. Cazip gelen yanı da bu oldu. Çünkü bildiğiniz gibi bir mimarlık yapıtı kolektif bir çalışma sonucu ortaya çıkar. Mimari proje bunun ilk aşamasıdır. Oysa yazdıklarınız sadece size aittir, yapıta ilişkin başarı da başarısızlık da…
Yazma tutkusuna gelince; çocukluk yıllarımda birçokları gibi şiirle dile getirmiştim, duygu ve düşüncelerimi. Bu uğraş gençlik dönemimde de sürdü. Ama sonra ‘öykü’ tutsak etti beni bir bakıma… Oldukça geç başladım öykü yazmaya… Önceleri yayımlamak için değil elbette, kendimi ifade edebildiğim, bu nedenle de beni mutlu eden bir uğraş olduğu için sürdürdüm. Öykülerim ilk zamanlar dergilerde yayımlandı, özellikle ‘Adam Öykü’ itici bir güçtü benim için. Yeni öykücülere kucak açan bir dergiydi… Sonra kitaplar geldi…
“Gölgesi Güz” ve “Geyikli Orman” daha önce yayımlanmış öykü kitaplarınız. Son olarak “Çilesine Aşık” adlı kitabınız yayımlandı. Üçünde de öykülerinizin odak noktası hüzün; ama kapkara tablolar çizen değil de günlük yaşamın içimizi acıtan ayrıntılarını vurgulayan, titizlikle işlenmiş bir hüzün. İnsanlara yaşamın bu yönlerini anımsatma kaygısı taşıyor musunuz? Yazdıklarınız böyle bir işlev üstleniyor mu?
Elbette üstleniyor. Yalnızca hüzün yüklü bir yaşamı işaret etmek istemiyorum, o hüzün içindeki sevinçleri, coşkuları, parlak noktaları da göstermek istiyorum. Sizin de belirttiğiniz gibi, yaşamdaki küçük ayrıntıların, sözcüklerin gücünü, inceliklerin değerini ve insan ilişkilerindeki önemini göstermek, insanın, onun sevgisinin biricikliğini ve paha biçilmez değerini vurgulamak istiyorum. ‘ Öykü’nün bu anlamda önemli bir işlev üstlendiğini düşünüyorum.
Öykülerinizi okurken yaşadığımız çağı, bu çağın insanlarını oldukça başarılı aktardığınızı görüyoruz. Milan Kundera: “Dünyayı değiştirmekten umudunu kesen dünyayı gözlemler.” diyor. Bu izlenimlerin arkasında umudunu kaybetmiş bir yazar olduğu söylenebilir mi?
Hayır, tam tersine yaşamın hüzün ve acılarla örülü olmasına koşut insanın umudu yeşertmek, güzellikleri bulup çıkarmak zorunda olduğunu söylemeye çalışıyorum. Gözlem yapmak, yazabilmenin en önemli koşulu… Karamsar olmamak gerektiğini vurgulamak için kitabın başındaki alıntı yeterince açıklayıcı olmalı… “Bir gün gelecek, insanların altın kırmızısı gözleri ve şaşırtıcı sesleri olacak; o gün insanların elleri yeniden sevme yeteneğini kazanacak ve insanlığın şiiri yeniden yazılmış olacak.” İngeborg Bachmann, Malina.
Yıldırım Türker, bir yazısında bu toplumun en büyük ihtiyacının “utanç duygusu” olduğunu söylemişti. Öykülerinde utançlarımızı hatırlatan, bu konuyu sıkça işleyen bir yazar olarak bir gün bu duyguyu hissedebileceğimize inanıyor musunuz?
Bence bütün toplumların tarihleri utançlarla örülü… O utançları algılamayıp, sorgulamazsanız yenilerinin gelmesi kaçınılmazdır. Yeni utançlara geçit vermeme, insanı yüceltme, koşulsuz ve yansız olarak adalet bilincini sindirmek gerekli. Yaşanan savaşlara, acılara karşın umudu yeşertmek, bu konuda direnmek, mücadele etmek zorundayız. Daha barışçıl ve insanca bir yaşam için…
Savaşın, ölümlerin kol gezdiği, yabancılaşmanın dozunun giderek arttığı, insanın kendisini de doğayı da tükettiği bir dünyada “Yazmanın ne anlamı var, yazdıklarım kimlerin işine yarayacak?” diye düşündüğünüz oldu mu?
Ne yazık ki bazen oluyor. Ama yazmaya başladıktan sonra ondan vazgeçmek zor. Ya da henüz o zaman gelmedi. Gelmemesini diliyorum, çünkü böylesine acılar, savaşlar, zaman zaman yaşanan umutsuzluklarda tutunacak tek dalım yazmak. Yazarak, belki insana, doğaya, güzelliklere kendimce küçük de olsa bir katkıda bulunduğumu umut etmek istiyorum. Ve böylelikle çirkinliklere biraz olsun karşı durduğumu…
Dergilerde, gazetelerin kitap eklerinde, yapıtlarınıza ya da size ilişkin tanıtım yazılarına pek rastlamıyoruz. Göz önünde olmamanız sizin tercihiniz mi yoksa çok satanlar listesinin dışında kalmanın sonucu mu?
‘Göz önünde olmak’ derken medyatik olmayı galiba pek tercih etmedim. Ama yazdıklarımın okunmasını, daha büyük kitlelere ulaşmayı elbette isterim. Bu da çok satanlar listesine girmenin ötesinde, reklam ve ilişkilerle doğrudan bağlantılı ne yazık ki…
Görsel medyanın etkilerine karşın yazınımızda çok sayıda öykü ve roman yayımlandığını görüyoruz. Edebiyatımızdaki bu hareketliliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok sayıda ürünün yayımlanması, elbette sevindirici. Keşke bununla doğru orantılı olarak okur sayısı da artsa… Tabii yayımlanan eserlerin niceliği değil niteliği önemli. Nitelikli edebiyat ürünü ne yazık ki çok az sayıda. Ve yayımlanma sayısının çokluğu kimi yetenekli yazarların, ya da ürünlerin perdelenmesine, gözden kaçmasına, küskünlüklere ve giderek yok oluşlara neden oluyor. Reklamla şişirilen kimi kitaplar, sadece satış endişesiyle kaleme alınmış edebi değeri tartışılır ürünler olduğunu gördüğünüzde üzülüyorsunuz. Tabii, burada en önemli sorumluluk yayınevlerine düşüyor. Gereken titizlik gösterilmiyor, bu durum gerçek anlamda edebiyat ürünü yaratma kaygısıyla çaba gösteren yazarlara ve onların ürünlerine ulaşımı zorlaştırıyor… Ve edebiyata zarar veriyor.
Öykülerinizde, kadının kimliğinden ötürü yaşadıklarına sıkça yer veriyorsunuz. Yalnız, yaşananları sadece bir erkek zulmüne yaslayarak anlatmıyorsunuz. Sizce sorunun kaynağı nedir ve çözümü var mıdır?
Sorunun kaynağı kadın ve erkeklerin gerçek anlamda demokrasiyi sindirememiş, aldıkları eğitimle egoları şişirilmiş, kendileri, kimlikleri ve cinsellikleriyle barışamamış bireyler olmalarıyla ilgili. Bu aldığımız eğitimle doğrudan bağlantılı tabii. Birbirlerini anlamak için gayret göstermemeleri de… Bunun yolu da samimiyet, dürüstlük ve her şeyi konuşmaktan geçiyor. Karşısındakinin birey olduğunu unutup kendi doğrularını kabul ettirmek ve yönetmek yanlışı hem kadın hem erkeğin handikabı. Birbirlerine bağımsız birey saygınlığını, özgürlüğünü tanımama, sevgisini gösterememe, ya da göstermeme sorunların çözümünü zorlaştırıyor.
Bu ülke azınlıklar konusunda çok hassas. Yaşananlara bakılırsa bu hassasiyet kendi kendini yalanlıyor gibi. Sizin öykülerinizde de bir Rum belki bir Ermeni ya da diğerleri mutlaka uzatıyor başını pencereden içeri, ben de bu toprakların insanıyım dercesine… Yayımlamayı düşündüğünüz diğer kitaplarınızda, birlikte yaşamayı bir türlü başaramadığımız bu insanları anlatmaya devam edecek misiniz?
Evet. Hatta yaza doğru Heyamola Yayınlarından çıkacak olan, Yeşilköy kitabımın bir bölümünde bu konuyu zorunlu olarak işledim. Çünkü Yeşilköy birçok kültürü barındıran bir semt.
Bir ülkede farklı kültürlerin, dinlerin, dillerin varlığı her zaman bir zenginliktir diye düşünüyorum. Kültürler arası alış veriş o ülke insanını daha hoşgörülü, daha çok ‘insan’ı ön planda tutan, demokrat bir anlayışın gelişmesine katkıda bulunur elbet. Politikacılar da bu konuda bilinçli davranıp bu zenginlikten yararlanabilir ve pekâlâ barışı tesis etmek mümkün olabilir. Ama ne yazık ki süper güçlerin politikası, dünyada ırkçılık, din dil ayırımının yükselişe geçmesine neden oldu. Bundan rant elde etmek isteyen güçler barışı değil savaşı körüklüyorlar. Giderek ürkütücü bir biçimde kutuplaşıyor toplumlar.
Bazı yazarlar okuyucuyla ya da diğer yazarlarla duygudaşlık oluştururlar. İlk aklıma gelen Tezer Özlü ve Paves. “Malina” dan yaptığınız alıntıyı görünce aklıma ilk gelen bu oldu. Sizin duygudaş olduğunuz yazarlar kimler?
O kadar çok ki… Ama en başta sayabileceğim yazarlar, Çehov, Sait Faik, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Dostoyevski denebilir. Onların, sıradan insana dair incelikleri nasıl ustalıkla işledikleri beni çok etkiledi. Çehov, daha çok bürokratları, küçük burjuvaları, Sait Faik ise İstanbul’u, sokaktaki insanı yalın bir dille, öyle ustalıkla yazmışlar ki, hayran olmamak mümkün değil. Bunun dışında etkilendiğim, hayran olduğum yazar saymakla bitmez. Örneğin Wolfgang Borchert, Marguerite Yourcenar, Rilke, W.Saroyan, Virginia Woolf, G.G.Marquez, Y. Kavabata, Nezihe Meriç, Vusat O Bener, Ferit Edgü, Bilge Karasu ve daha bir çokları…. Elbette Tezer Özlü ve Pavese de bunlara dahil.
Söyleşiyi gerçekleştiren: Sibel Doğan (13 Nisan 2011)