Yazar Siegfried Lenz’in öldüğünü öğrendiğimde Kobane’ye destek için yapılan eylemler sırasında memlekette sayıları an be an artan ölüm haberleri dökülüyordu sosyal medyaya; savaş alanına dönmüş sokakların görüntüsü geçip gidiyordu ekranlarda. Sadece bir gün önce Suruç sınırına gitmiş ve Kobane’ye kadar girebilmiş olan bir gazeteci arkadaşımın bana anlattıklarını düşünüyordum bir yandan da. Rakamların, hızla akıp giden görüntülerin ve sansürün süzgecinden geçmiş haber dilinin karşısında sınırda olup bitenlere gövdesiyle tanık olmuş arkadaşımın canlı, samimi anlatımı. Uzaklarda yükselen toz bulutları can parçalayan bombardımana, bir cehennem tablosunda tasvir edilmiş gibi sınıra yığılmış insan manzaraları binlerce eve düşen ateş ve çığlık oluyor yeniden zihnimde.
İşte o anda bir mesaj düşüyor telefonuma. Berlin’den bir arkadaşım: Siegfried Lenz ölmüş, duydun mu? Birden günlerdir kaskatı kesilmiş olduğumu, bir kâbusun içinde devindiğimi fark ediyorum. Çalışma masamın bir ucunda Lenz’in Saygı Duruşu kitabı, son öykü kitabı Die Maske (Maske) ve Almanca Dersi romanı. Öyle ya, Siegfried Lenz’in bu birbirinden epey farklı üç kitabı boşuna durmuyor orada. Ayşe Sarısayın’ın çevirisiyle Türkçeye daha yeni kazandırılan Saygı Duruşu novellasını okuyacak, belki bu çok sevdiğim yazar üzerine bir şeyler kaleme alacaktım. Klasik, sakin, acelesiz anlatımın yazarı gibi bir şeyler gezinip duruyor zihnimde. Bir de ne zaman Lenz’i ansam yan yana getirmeden edemediğim Günter Grass’a gidiyor aklım.
Lenz’le Günter Grass’ı bir arada düşünmek boşuna değil. İkisi de Alman olup Polonya sınırları içinde doğup büyümüş, ilk gençlik yıllarını Nasyonal Sosyalizm rejiminde geçirmiş, savaşa bulaşmış yazarlar. İkisi de Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD’ye yakınlıklarıyla biliniyor, hatta Siegfried Lenz’in en yakın arkadaşı SPD eski genel başkanı ve başbakan Helmut Schmidt. Benzerlikler listesi uzayıp gider ama benim ikisini bugüne kadar fazla bilinçli olmasa da bir araya getirme nedenim daha çok benzemezlikleri. Sadece Grass’la değil, 68-kuşağı diğer pek çok yazarla yapılacak bir karşılaştırma bu. Lenz’in ölümünden bir gün sonra Der Spiegel dergisinde yayınlanan bir makalenin giriş cümlesi gayet güzel özetliyor Lenz’in çağdaşı diğer yazarlardan farklılığını: “Başkaları bağırıp çağırıp yerlerde tepinirken o sakin sakin piposunu fosurdatıyordu.”
Sanırım Lenz –yazarlığı bir yana- en çok da metinlerine gelen eleştiriler karşısında sakin sakin piposunu tüttürmeye devam etmesiyle ünlüydü. Onun edebiyatına da bu sükûnet hâkim. Usul usul akan metinleri, arkasında, kendini yazmanın keyfine kaptırmış bir yazarın varlığını hissettirir. En politik romanı diyebileceğimiz Almanca Dersi’nde bile Siegfried Lenz denen kişiliğin sabrına, yazmanın tadına varmış yazarın acelesizliğine tanık olursunuz. Sırtını geniş çapta geleneksel, klasik anlatıma dayamış olan böylesi bir edebiyatın eleştirmenlerce zamanında hem dövülüp hem de göğe çıkarıldığı biliniyor. Ama dünyanın dört bir yanındaki yüz binlerce okuyucusuna bakılırsa, tam da bu üslubuyla, üslubundaki samimiyetle kendini sevdirmiş bir yazardı Lenz.
Ve benim de yazarımdır Lenz. Onun bu dünyadan gitmek için de pek aceleci davranmayan seksen sekiz yıllık ömrünün nihayete erişini, celladın erken ölümler için hep tetikte beklediği bir coğrafyada yeniden kollarını sıvadığı bir anda öğrenmem ise hayatın başka bir cilvesi. Sahi o da bir savaş çocuğu değil miydi? Şunu söylememiş miydi bir zamanlar? “Savaş bittiğinde on dokuz yaşımdaydım ve erken gelen ölümlere tanık oldum, kötülüğe, yoksulluğa ve kıtlığa dair çok şey gördüm.”
Erken gelen ölümler coğrafyasında ve devrindeyiz. Barbarlıklarla övünülebildiği, hoyratlaşan, duyarsızlaşan bir bilinçle karşı karşıyayız. Kaçmak mümkün mü bundan? Bakmamak, görmemek, aldırmamak mümkün mü? Ölüm kol gezerken yanı başımızda, yorganın altına sokulup saklanmak mümkün mü? Televizyonu kapatıyorum, bilgisayarı, telefonu… Edebiyatın sağaltıcı gücüne sığınmak için Siegfried Lenz’in dünyasına kaçıyorum.
Ama ölüm temasından kaçamıyorum. Zira Lenz de Saygı Duruşu anlatısında erken ve ani gelen ölüme ve kaybetmeye odaklanıyor. Bir zamanlar, metinlerinde aşkı hiç işlemediği gerekçesiyle eleştirilmiş ve bu eleştiriyi “Yatak hikâyelerinin hiçbir kalite değeri yok benim için” şeklinde savuşturmuş olan Lenz!in ilk aşk hikâyesi Saygı Duruşu. Onun seksen iki yaşında yazdığı ilk aşk kitabı ve bana göre en güzel eseri.
Saygı Duruşu bir öğrenciyle öğretmeni arasında geçen yasak aşk üzerine. Ama anlatılan aşkın yasaklı yanı değil, sevdiği kadını yitirmiş olan bir gencin cenaze merasimi sırasında onu sessizce hatırlayışı, ağırlayışı ve uğurlayışı. Zira herkes Stella adlı bu genç öğretmenin ardında anlamlı ve güzel konuşmalar yaparken, öğrencisi Christian susar ve içinden onunla konuşarak saygı duruşuna geçer.
Hikâye böylesi bir ruh halindeki gencin ağzıyla aktarıldığı için anlatılan her şeye dokunur gibi oluyorsunuz okur olarak; kokluyor, tadıyor, görüyor ve hissediyorsunuz. Christian’ın İngilizce öğretmeni Stella’ya tutulma halini, Stella’nın benzer duyguya kapıldığı anda bakışlarında beliren o şaşkınlığı, sessizce, adı konulmadan geliveren karşılıklı aşkı… Hikâyenin geçtiği sahildeki balıkçıların seslerini, kuşların çığlıklarını işitiyor, suyu ve nemi teninizde duyumsuyorsunuz. Christian’ın bu aşkla beraber geçirdiği değişime, özlemine, yüreğinde kabaran sabırsızlığın usul yükselişine tanık oluyorsunuz. İki kişilik bir yastıkta tek bir başa ait derin izde iki gövdenin kavuşmuşluğunu okuyorsunuz. Ve sonunda hiç beklenmedik bir gemi kazasında kayalara çarpmış olan yaralı sevgiliyi kucağına alan bir gencin yitirme korkusunu ve nihayet ölümle beraber gelen kaybın acısını yüreğinizde duyuyorsunuz.
Sevdiğini kaybeden Christian, anlatının sonunda çözülüp ağlıyor. Normal zamanlarda okusam bu kitabı Christian’ın bu ayinine katılır mıydım, bilmiyorum. Stella’ya mı bu ağlama, Christian’a mı, Lenz’in Ayşe Sarısayın’ın nefis Türkçesiyle yeniden can bulan o diri, duyarlı anlatımına mı? İlk aşk hikâyesini seksen iki yaşında anlatabilmiş bir yazara duyduğum hayranlıktan mı? Edebiyatın o sağaltıcı gücüne beni yeniden inandırmış olduğu için adeta bir şükür duası eşliğinde Lenz’i uğurladığımı, onun ölümünün arkasında saygı duruşuna geçtiğimi biliyorum o an.
Sahi ben aslında Siegfried Lenz hakkında başka şeyler daha anlatacaktım. Ona büyük ününü kazandırmış olan Almanca Dersi’ne değinecektim mesela. Lenz’in belki de en otobiyografik ve politik sayılan bu romanındaki Nazi rejiminde resim yasağına uyulması için canla başla çalışan ve rejim sona erdiğinde bile bu görev bilincini yitirmeyen bir adamı ve ona başkaldıran oğlunu anlatacaktım. Ve en az otuz yıldır liselerde ders kitabı olarak okutulan bu romanın nasıl da Alman 68-kuşağını resmettiğini söyleyecektim. Ama başka türlüsü de mümkün mü bugünlerde? Sınırında korkunç bir savaşın sürdüğü bir ülkede, en pis savaş etiğini, kuralını bile tanımayan barbarların bir veba gibi dünyaya yayıldığı bir zamanda yaşarken, sevdiğim bir yazarı da ancak böyle ve bu kadar anabiliyorum işte.
Sahi ilerde bu savaşı çıkaranların, savaşa destek verenlerin, kalemleriyle, sesleriyle onu yüceltenlerin çocukları yahut torunları -vicdanlarıyla bile olsa- onları yargılayabilecekler mi? Bu coğrafyanın trajedisini kendi dilleriyle yazabilecekler mi? Peki savaş ortamında büyüyen, bir sürü kaybı bir arada yaşayan çocuklar sadece Lenz’in Saygı Duruşu’ndaki tekil acıyı anlatabilme aşamasına gelebilecekler mi bir gün? Kim bilir. Ama eminim, Siegfried Lenz’in savaştan kaçan insanların trajedisini anlattığı Heimatmuseum (Memleket Müzesi) adlı eserindeki şu cümle bugün sokaklarda karşılaştığımız, evsiz ve vatansız kalmış en az bir çocuk tarafından yeniden yazılacaktır bir gün:
“Ateş kesildiği anda çığlığı duyduk, o tek bir korkuyu, dünyanın sonuna dair o çığlığı.”
Menekşe Toprak – edebiyathaber.net (16 Ekim 2014)
@MenekseToprak