Küçük Şeyler Mevsimi / Öteki Yayınevi
kimseden mektup beklemedim
erken söktüm yazıyı bulut dilinden
bir çingene gösterdim kendimdir diye
saçındaki çiçeğe sokuldu dünya
koynundaki yaprağa
ben öyle uzağımda dal gibi inceldim
kuş yuvalarına özendim bir zaman
sırtımdaki kamburu gösterdiler
seni ürperen tenimden bildim
kesik kadının seğirmesinden
(Akşamın İçinden Geçen Kadınlar / S: 10)
Kendi gerçeğini, kadın olma hallerini ve geçmişin yalınlığını çekip alır hayattan, söze ekler. Dizelerinin içinde yol aldıkça, kendi varlığımızdan ne kadar habersiz olduğumuzu fısıldar kulağımıza. İnsan kadar genişler, insan kadar küçülürüz. Sonra iç yaşamdan dışa doğru giderek büyüyen bir ayaklanmanın çevik atları alır nöbeti ve biz dörtnala koşarız. Bu alçalan ve yükselen sesler, onun şiirini somutlayan en gerçekçi anlardır. Evleri, odaları, bahçeleri gezerken sessiz; sokağa, hayata ve insana varınca çığlık çığlığa.
Çiğdem Sezer’in Küçük Şeyler Mevsimi’ni okudukça, dönüp bir daha okudukça bir önceki okumanın biriktirdiği her şey bir anda yıkılabilir. Olsun yıkılsın, şiir de bu demek değil midir? Kendini devamlı yıkan ve yeniden kuran. O yüzden Küçük Şeyler Mevsimi’nin çıktığı yıl düşünüldüğünde (Kasım 2016), bu yazının şimdi yazılmış olmasını da “geç kalınmış bir yazı” olarak değerlendirmeye gerek yok. Çünkü -Necatigil’den ödünçle- bazı kitapların yazılışı da bekler bazı zamanları…
Çiğdem Sezer, yazın hayatına şiirle başlar.
Roman ve anlatı kitaplarıyla devam eder.
Sonra çocuklara ve gençlere döner yüzünü.
Çocuk şiirleri… Çocuk öyküleri… Gençlik romanları…
Şiire de devam eder ama hayli bir zaman göremeyiz ne yazdığını.
Son şiir kitabından yedi yıl sonra:
Küçük Şeyler Mevsimi ile çıkagelir yeniden.
Gelir gelmez de 2017 Dağlarca Şiir Ödülü’nü alır…
önce ağacın kalbi duracak
sonra gökyüzü
ipleri kopmuş salıncak gibi
sonra raylar söküle söküle
sonra deniz
kalbini bir dağa bırakacak
(Tay Gibi Gitmelere Kıvrak / S: 44)
Küçük Şeyler Mevsimi; insanın, hayatla ölüm arasındaki o uzun, o kısa yolculuğunda “yokmuş gibi” davrandığı/unuttuğu şeylerin dillendirilişi: Çocukların büyümesiyle aslında acıların azaldığını, sadakat denilen şeyin muamma olduğunu, annesiz ilk kışların hep sıkıntı doğurduğunu, sessiz yağan karların ev içlerine konuşkan günler bıraktığını, kömürlü ütünün ve yaraya tuz basma zamanlarının bir kuşağa inanmak olduğunu… Bu haliyle bir yüzleşme; hemcinsleriyle, geçmişle, yabancılaşmayla, doğayla, aşkla ve dünyayla. Çiğdem Sezer, Küçük Şeyler Mevsimi’ndeki şiirlerle, bir gelenekmiş gibi önümüze çıkan yargılara da çizik atıyor. Öyle ya, inandığım şeyleri biriktiriyorum / suda seken taşları / kalem kutularını / kurumuş çınar yapraklarını bir de demesinden anlıyoruz bunu çünkü.
Çiğdem Sezer şiirindeki ses dağılımlarına çarptığımızda, özellikle mimari estetiğin sözcük seçimleriyle başladığını anlıyoruz. Her bir sözcük, dizelerin yapısına eklenirken kendi dekorunu da oluşturuyor. Bu dekorlar durağan değil, farklı ve canlı görseller şeklinde şiir içindeki yerini alıyor. Çiğdem Sezer şiir serüveni boyunca “koyu imgeden” uzak duran bir şair. Düz bir anlatımı katmanlayarak, alt ve üst metinler oluşturarak kuruyor şirinin yapısını. Bu bakımdan yalın ama içeriği zengin şiir… Müzik olarak da oldukça zengin. Özellikle uzun soluklu şiirleri senfoni tadında:
Yer yer coşan, yer yer yavaşlayan.
Ve bütün sözcükler birer enstrüman.
***
Tanrı Kuşlarıyla Buluşmak / Yitik Ülke Yayınları
Ne acı bir rastlantı ki!
Tanrı Kuşlarıyla Buluşmak’ı edindiğim gün (24 Ocak 2018) Ursula K. Le Guin’in ölüm haberi düştü ajanslara.
Birçok okur gibi ben de onu Mülksüzler romanıyla tanıyıp sevdim. Bilim kurgu ve fantastik edebiyata çok ısınamayan biri olarak bu kitabı o kategori içine koyamamıştım nedense. Hep var olmasını istediğim yaşam biçimini, bir grup anarşist üzerinden iki farklı gezegenin varlığıyla anlatıyordu roman: Anarres ve Urras gezegenleri… Biri kapitalist diğeri anarşist. Ki, romandaki şu cümle beynimi meşgul etmişti uzun bir zaman: “Sahip olmak yanlıştır. Paylaşmak doğrudur. Tüm benliğinden, bütün o geceler ve günler boyunca tüm yaşamından başka neyi paylaşabilirsin ki?” (Mülksüzler / Metis / Türkçesi: Levent Mollamustafaoğlus, S:52).
Ursula K. Le Guin’in birkaç şiiri Bülent Somay’ın kişisel çabalarıyla dilimize çevrildi ancak yayınevi etiketiyle sahip olacağımız bir şiir kitabı yoktu henüz. 2017’nin sonlarına doğru Yitik Ülke Yayınları, Gökçenur Ç. çevirisiyle bu eksiği de gidermiş oldu böylelikle. İyi bir şair ve çevirmen olan Gökçenur, Tanrı Kuşlarıyla Buluşmak’ın “Bilgeliğiyle Değil Gençliğiyle Bizi Şaşırtan Bir Şair” başlıklı önsözünde hız çağına da atıfta bulunarak; “2015 yılında üst üstte geçirdiğim zatürrelerle doktorlar beni eve hapsettiklerinde kendimi, ne kadar ihtiyaç duyduğumun farkında olmadığım bir yavaşlık içinde buldum. O yavaşlıkta geçmek bilmeyen zamanı doldurmak için çevirmeye başladım Ursula K. Le Guin şiirlerini,” diyor çeviri sürecini anlatırken.
Gazeteler savaş haberleriyle dolu
başım çatışmalar ve
antik kentlerin kalıntılarıyla.
Yağmurlu aydınlıkta bir mavi balıkçıl
süzülür kararan kamışların üstüne
ağır, yumuşak, taş kalpli.
(Orada, Burada, Bataklıkta / S: 110)
Tanrı Kuşlarıyla Buluşmak, Ursula K. Le Guin’in 60’lardan başlayarak 2000’li yılların ilk çeyreğine kadar uzanan şiir yürüyüşünün ayak izlerini kapsıyor. Bir anlamda bu kitap, şair Ursula K. Le Guin’in şiir dilinin nereden nereye geldiğinin de bir göstergesi. Kendi deyimiyle, şiir atölyelerinde alıştırma ve ödevler şeklinde başlayan şiir yolculuğu; zaman içerisinde belli biçimlere, ustaca örgülere ve dil becerilerine dönüşerek gizli bir tutkunun konuşmasına olanak sağlamış. İlk zaman şiirlerini biraz daha ölçüye ve kafiyeye sadık kalarak yazdığını, sonraki dönem şiirlerinde ise bu gibi tekniklerden uzaklaşarak serbest bir anlatıma geçtiğini söylemek yanlış olmaz.
Ursula K. Le Guin, romanlarında olduğu şiirlerinde de insanı merkeze alıyor. Bir farkla; insan/sistem eleştirisi bağlamında değil de bu kez insan/duygu derinliği ve yolculuğu ekseninde sürüyor yaşamın izini. Bu bakımdan dil ve tema olarak iki farklı Ursula K. Le Guin ile karşı karşıyayız. Şiirlerini besleyen çocukluk zamanlarını, dostluklarını, savaşları, ölümleri, kadınları ve yaşamın kendisi olan gerçeklikleri; doğa üzerinden ilişkilendirerek akıl ve hayal gücünden damıtıp özetliyor okura. “Bir şiir, insana ait nitelikleri taşla, nehirle, ağaçla ve diğer şeylerle ilişkilendirerek bunu gerçekleştirebilir,” diyerek şiir poetikasının da altını çiziyor bu sözüyle.
En zor uğraşlardan biridir, başka dilden şiir çevirmek. Hele de dizelerin her birinin farklı katmanlardan ve çağrışımlardan oluştuğu düşünüldüğünde… Çeviri bir şiirde, şiirle okuyucu arasına bir soğukluk, bir yabancılaşma ve mekanik sesler giriyorsa -anlam ya da duygu bakımından olsun, hiç fark etmez- aslının nasıl olduğu çok da ilgilendirmez okuyanı. Çünkü başarısız ya da yetersiz bir çeviridir o. Başta da söyledim, iyi bir şair olmasının yanı sıra iyi de bir çevirmen Gökçenur Ç. Tanrı Kuşlarıyla Buluşmak’ı okumaya başlayıp da sayfalarda ilerledikçe Ursula K. Le Guin’in bu şiirleri Türkçe yazdığı düşüncesine kapıldım. Çeviri şiirlerin başarısı konusunda başka söze gerek var mı? Gökçenur, şiir birikiminin ona öğrettiği tüm estetik ve dil/ses birlikteliğini ustalıkla yerleştirmiş Tanrı Kuşlarıyla Buluşmak çevirisine…
Yumuşak, çok büyük bir ayaklanma
her yerini işgal eder karanlığın,
bir mırıltı, bir avunma
dünyada, kaynakta, canda.
(İlkyaz Gecesi Yağmuru / S: 133)
***
Mesafe / Yazılı Kâğıt Yayınları
Abdülkadir Budak şiiriyle ilk tanışmam Ev Zamanı adlı şiir kitabıyla oldu. Bir solukta bitirmiştim. Necatigil’in Evler’inden sonra tek bir temaya (evlere) kumaş biçmenin güç olacağını düşünürken üstelik. Sonra o şiirleri kaç kere daha okudum, anımsamıyorum. Edip Cansever’in sürekli yinelediği gibi, “İyi şiir tüketilmez,” sözünü doğrularcasına işte. Necatigil şiirinin takipçisi olduğu düşünüldüğünde -ki kendisi de bunu söylüyor- özellikle okuyucuyu şaşırtan türetmelerle, yalın dil ve söyleyiş sakinliği bakımından tamamen bağımsız, kendine özgü bir şiir yazıyor Budak.
Abdülkadir Budak, gençliğinden beri şiir emekçisi bir şair.
Hem yazıyor hem şiir üzerine kafa yoruyor.
Görevi gereği Kayseri’de bulunduğu dönemde şair arkadaşlarıyla Ozanca ve Hâkimiyet Sanat dergilerini çıkarmış.
Sonra Şiir Odası’nı.
Bugün ise, 95. sayısına ulaşan Sincan İsyasyonu’nu çıkarmaya devam ediyor.
Yazılı Kâğıt Yayınları’nın da sahibi ayrıca…
Baba maden ocağıdır, oğullar kömür
Grizu denilir çıkılır işin içinden
Burada kimyayı aşan bir şey var
Gaz sıkışmasının nedeni nedir
Baba basın açıklaması, oğul tekziptir
(Oğul / S:18)
Budak’ın Mesafe adındaki şiir kitabı bu günlerde ikinci baskısını yaptı. Ne yalan söyleyeyim, ilk baskısı gözümden kaçan kitaplardan Mesafe. Üstelik daha dosya halindeyken Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü de almış. Olsun, geç de olsa bir şiir kitabını keşfetmenin yaşı yok nasılsa.
Mesafe, günlük yaşam kargaşası içinden bir kapı aralıyor önce. Sonra yüzeysel gibi algıladığımız tüm o görüntüleri yoğun duymamıza ve sürekli yürümemize imkân sağlayacak kadar nefes alıp vermemizin mesafesini koyuyor önümüze. Öyle ki Neler getirecek / Ve neler götürecek kaygısı giderek nesneleşiyor ve biz kitap boyunca insan imgesi üzerinden çekiyoruz tüm fotoğrafı. Budak’a göre, insan bilgisine ulaşmanın yolu her ne kadar duygusal gereçlerle tarif edilse de biraz da hesap kitap işidir. Soru sorma işidir. O yüzden en eski soruyu, sakınmadan aşkın yüzüne karşı, -Benden bir kez geçtin mi? diyerek sorar. Ve bilir ki, bütün cevap anahtarları bir çeşit korunmadır yaşam hakkının diyalektiğinde.
Mesafe, aynı zamanda şairin kendine yaptığı itiraf metni gibi.
Çünkü yaşama uzak kalışını itiraf ederken, suçu sözcüklere -belki şiire- yüklemenin kusurunu da kendine yoruyor.
“Deniz görse ne olacak, bakışı bozkır”
Buldum! Buldum! Bir hayatın özeti
Onca nehri geçip bir köprüde boğulmak
Köprüden geçmeyi nehir geçiyor sanmak
Giyotini icat eden adamı düşündüm birden
Buluşunu boynunda denedi mi acaba
Ya da kimin boynu geldi aklına?
Budak şiiri, çevik bir zekânın ürünü. Deyiş özelliğini, çarpıcı anlatımlardan ve dengeli ses çatışmalarından alıyor. Böylece yalın gibi görünen söylemi yetkinlik/şiirsellik kazanıyor. Bütün yükü dizelere yüklemiyor, okuyucuya da doldurması gereken bir yığın yer bırakıyor. Cansever’in “Şairin işi bütün kuramları yıkmaktır,” deyip de, “Tek bozmak istemediğim T.S. Eliot’ın nesnel karşılık kuramı,” diye eklediği düşüncesine Budak şiiri ile bir katkı koyacaksak eğer, tam da bu noktada bütün duygusal ve yaşam gereçleriyle nesneleşen anlatımlar, ne ayrıntı ne de ayrıksı. Onlar tamamıyla şiirde ete kemiğe bürünmüş görüntüler. Şiirinin hep genç kalışı ve öyküsel tadı yitirmeyişi de bundan kanımca.
Mesafe’yi okudum ve Şiiri akılla yazanı akılsız buluyorum sözüne bir daha iman ettim…
***
Ayın Şiiri / Enver Topaloğlu
Yalnızlığın gün sonu
başkalarına da olur mu sahiden hiç bilmiyorum
ama bu benim kendi kendime
son uyarım
bir iki üç sayıp açıyorum gözlerimi
hâlâ anlamadın mı öyle bir yerdesin ki artık aynasın
gerçek ne kadar gerçek sözcükler sana bakıyor
bugünü dünden ayıran ne
bir iki üç sayıp açıyorum gözlerimi
öyle bir yerdesin ki artık alçak ne kadar alçak
yüce ne kadar yüce hayat ölçü alıyor
bilme sorumluluğun var dostlukların değerini
öyle bir yerdesin ki artık
kalmamış yurtla yurtsuzluk arasında mesafe
ağaçlar kuşsuz sokaklar uçsuz
bir iki üç sayıp açıyorum kollarımı
hâlâ anlamadın mı çocukken ölmüşlüğümüz çok
yasal kurşunlarıyla devletin
artık sıra kimde
tanrılarını putlarını buyruklarını iktidarların
pusmadan kusup çıkmak için dünyadan
ya sarhoş olacaksın ya da sırılsıklam âşık
hâlâ anlamadın mı bütün takvimlerde ilkbahar
yalnızlığın gün sonu
(yeni e / Şubat 2018 / S: 23)
Şiir kitaplarınızı göndermek için:
Ömer Turan
Ruhi Türkyılmaz Sanatevi
Atatürk Alanı Suluhan İş Merkezi
Kat:2 No: 77-78
Ortahisar / Trabzon
Ömer Turan – edebiyathaber.net (14 Mart 2018)