Şiirin sustuğu, öykünün söylediği | Anıl Ceren Altunkanat

Eylül 13, 2018

Şiirin sustuğu, öykünün söylediği | Anıl Ceren Altunkanat

“İyi bir güneş görmek istiyordum sabahleyin. İyi bir güneş. Sevgili Miss Lu’nun çiçeklerini soldurmayan. Miss Lu için. İyi bir güneş.”

Çetrefillidir Ece Ayhan’ın şiiri. Mayınlarla dolu bir labirenttir. Bir kattan diğerine nasıl ineceğinizi, nasıl çıkacağınızı bilemediğiniz bir gökdelendir. Her dizesi katman katmandır. Her sözcük başka katlara, başka anlamlara, başka sapaklara açılan bir seçenekler demeti sunar. Her sözcükte insan tam da olduğu yerde kalakalır. Çoğunlukla bir mayın tarlasıdır. Konuşmaz, susar. Ve susturur. Çağırır kendine, hapseder labirentine. Çıkarır gökdelenin en tepesine. Ve sonra elinden bırakıp insanı salar bilinmeze. Mayın tarlasına. Kör eden karanlıktan göz yakan aydınlığa… Boşluğa. O lanetli sözcüklerin kılçıklı dünyasına.

Oysa öyküleri… Ece Ayhan’ın öyküleri içinde gizlenen başka bir şairin dizeleri adeta. Ayhan bir şair daha doğurmuş, tutmuş baldırında beslemiş onu. Sonra oturtmuş masa başına, “Al,” demiş, “sen yaz şimdi de. Senin ben olduğun, benim sen olduğum anlaşılmasın, öykü diyelim seninkilere.”

“Kemik kırılmıştır.

İnsan bu durumda.

Ancak sürünebilir ancak.

İnsan bu durumda.

Odalarda

Efendisiz bir yalnızlığın

Mutluluğu var.”

Elbette birbirinden bu kadar ayrık değil Ayhan’ın şiirleri ve öyküleri. Şiirinde sustuğu, öyküsünde söylediği… Ayna ve aynaya bakan… İki yüzü birbirine dokunan bir madalyon. Suskunluğa düşülen dipnotlar… Baba, oğul ve lanetli sözcükler.

“Babam, ha babamdır, ha karanlık, ona değgin hemen hiçbir şey bilmem. Belki hiç konuştuğunu da hatırlamıyorum. Ne yapmak isterse, anlıyoruz hep.”

Şiiri ne denli kapalı, ne denli çetrefilli olsa da Ece Ayhan öyküsünde duru bir anlatım inşa etmeyi tercih ediyor. Sözcükleri kışkırtmıyor, meydan okumuyor, afallatmıyor. Tam tersine. Her sözcük, her ifade tam da kendini ortaya koyuyor.

“Korkuyorum.

Korkuyor musunuz?

Şimdi DE

Kimseyi sevemiyeceksiniz

Diye korkuyorsunuz.”

İyi Bir Güneş’te toplanan yedi öyküde de baskın olan günce tadı şiirlerinden vuran ışıktan olsa gerek. Yahut şiirlerinin kendine kapanmış labirentinden. Öyküde ise okuru içine çeken çatlaklar var; küskün bir akşam güneşinin sızdığı çatlaklar. “Bu akşam da ıslak giysiler gibi üzerimde bir üzünç. Saatler beşlere gelmiş olmalı.” Bezgin, kasvetli bir yağmur havasından sızanlar. Havasız odaların tozlu bungunluğu. “Pusu kurmuş bir oda. Yaşamaya pusu kurmuş üç kişili bir oda.”

Besbelli Ece Ayhan’ın öyküsü şiirinden daha yakın bana. Her öyküsünde şiirinde esirgediği o yakınlaşma, tanışma… Ve sonra, her öyküde hasretle beklenen o kavuşma.

 Evet, iki yüzü birbirine dokunan bir madalyon. Aynı yürekte dokunan sözcükler… Lanetli ve üzünçlü sözcükler…

“… ama insan biraz üzünçlenmesini de bilmeli di mi? Bu kentte, geceleri erinçle uyuyanlar, bir yandan öte yana dönmiyenler, arada uyanıp sular içmiyenler, sigaralar tutuşturup pencerelerde kente karşı, evrene karşı oturmıyanlar, düşlerinde anaları babaları hiç ölmiyenler… var gerçekten hiç.”

Ve bunca üzüncün, bunca ölümün, bunca kıskançlığın, bunca yılgın korkunun içinde yıkanınca sevinen bir yan; temiz gömlek kokusunun esenliği…

“(Bazan arkadaşlarımın ölmüş oldukları kanısına kapılıyorum nedense. Mutlu muyum, değil miyim diye düşünemiyecek denli uğraşları, didinleri olan kişilerdenim ben de. Yeni bir gömlek giyince, yıkanınca sevinen…)”

Kuşkusuz Ece Ayhan’ın damgasını taşıyor öyküleri; elbet şiirinin rengi yer yer sarıyor öyküsünü. O hızlı yer değişiklikleri, o beklenmedik dönemeçlerde kaybolan gölge. Her şeyin üstünü örten ölüm,  iyi bir güneşin bile ışığını boğan kara bulutlar…

“Ismarlanmış bir ölüm.

İnsan bundan sonrasına boş verebilir.”

Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (13 Eylül 2018)

Yorum yapın