Bir edebiyat eseri okura sunduğu hikâyelerle, sahnelerle, karakterlerle sadece kendine ait bir imgenin yolunu açmaz, aynı zamanda okura ‘reçete’ de sunar. Zihin, edebiyat eserini geçmiş ya da şimdiki zamanın siyasi, edebi, tarihi koşullarının eşiğinde yeni bir tarz ve algı yaratarak kendini değişken kalıplara sokuyor. Özerk bir metin bağlamında Özyaşar, ilk kitabı ‘Ayna Çarpması’nda reçeteyi bize uzatmış, uzun süre elimizde tutmamızı sağlamış, tutmakla kalmayıp o reçeteden faydalanmışızdır belki. Olamaz mı? Olabilir.
“Uzun zamandır dalgın bakıyordun dünyaya
Anlat, dediler.
Anlatamam, uzun hikâye, dedin”
Ayna Çarpması’ndaki ‘Uzun Hikâye’ adlı öykü bizi ‘Sarı Kahkaha’nın arka kapak yazısındaki şu cümleye götürüyor: ‘Henüz söz vardı, hepsi bir imaydı’ diyen Özyaşar, sözdeki imayı kaldırıp sözün içindeki hikâyeyi anlama sürüklüyor.
Sarı Kahkaha’da anlatılamayanlar, yazıya düşüyor, kendi içine sorunu büzen karakterler, kendi içindeki çatışmayı bırakıyor, fiziki sorunlarını çevreye yayıyor, toplumsal bir düzenekle de çatışmaya başlıyor. Dert ki karakterlerin içine vazifeşinas titizliğiyle düşürülüyor. Dış olguların içe süngülediği ağır ve acı gelenekselliğin tabiatına dayandırdığı soyut duvarların ardındaki sese kulak kabartıp ikinci yeni bir reçete aklımızın ve kalbimizin mengenesi arasında sıkışıyor. Dil, duyguyu bir kerpetenle sıkar gibi, düşüncenin suyunu içimize serpiştiriyor.
Yapıtın ne anlattığı dışında, nasıl anlatıldığı, nereye denk düştüğü, okurun hem zihninde hem de ruhunda neler çağrıştırdığı da önem arz ediyor. Kürdistan coğrafyasında hikâyeyi yaşamanın yanı sıra hikâyelere maruz kalmanın etkileri Özyaşar’ın öykülerinde yazınsal paralelliğiyle sızıyor cümlelere, sözcüklere… Her hamle, yeni bir kalkış, vuruş, çarpma, kırılma, yansıma, ters tepiş, değişik bir oturuş da yaratır… Özyaşar, soyut biçimlerle derin kaburga kırığından çıkarılmış somut metinleri gerçeğin gerçeğe itirafını sağlamlaştırmıştır. Metni de karakterleri de baştan çıkarıp okurun duygularına, hafızasına vuran bir dili var. Kabul edilmiş, gele gide alışılmış kuralların üzerine yeni merdivenler dayayarak; bu merdivenlerin verdiği olanaklarla, o kuralları tekrar elden geçirip süsleyerek, taşlarının yerini değiştirerek, bitkilerin uzayan dallarını budayarak, tohumlar serpiştirerek ‘yeni’ bir şey önümüze sunmuştur. Şiirin gizli bir sapan işleviyle yazarın bize taşlar fırlattığı da bariz görülüyor.
Ayaklı devlet: Baba
Sarı Kahkaha’da 102 defa ‘baba’ sözcüğü kullanılmış, hemen hemen bütün öykülerde karşımıza çıkıyor. Güç ve iktidar dengesinin baba üzerinden aktarımı simgesel bir yansımayla değil, zihinsel merceklerle metnin içine yerleştirildiği izlenebiliyor. Bu mercekler potansiyel gerçekliği kalbi direnişle ev, iktidar, baba, sokak arasında bizleri düşünsel hatırlamaya zorluyor. Unutma, baba kavramı üzerinden anlık bir nefreti inşa edebilir. Çünkü kişisellik kendi kendini öldürüp evrensel bir figürü önümüze yayıyor. ‘Yasak Bölge’ adlı öykünün daha ilk cümlesinde karşımıza çıkıyor: “Çocukluğunun gürültüsüyle uyandın. Ağzında iki heceli berbat bir leke:
ba!
ba!”
Bekçi Tanrı: Toplum
Yaşadığı dünyaya hem borçlanarak hem de arıza yaratarak özgürleşmeye didinme çabasına toplum her daim kara kapkara bir perde indirir. ‘Altıotuzbeş’ öyküsünde karakter ile gerilla ağbisi Serhad arasında ideolojik dürtülerin yanında toplumun atfettiği bir güç dengesi de yaşanır. ‘Altıotuzbeş’ devlet ve toplum nazarında dışlanmaya ve tahribe uğrayan bir karakteri bize şu cümlelerle denk düşürür: “Yaranamadım evdekilere. İşe gidip geldim; eve ekmek, eve tuz, eve makarna, durmadan çalıştım. Yetmedi. Yetemedim onlara. Varsa yoksa, Serhad! Varsa yoksa, o! Sebebim oldu. O durmadan evden, mahalleden, dağdan rütbe aldıkça benim pırpırlar birer birer söküldü. Onun yüzünden eve bakmak zorunda kalan ben, ezim ezim ezilen gene ben. Bi kıskançlık ki, anlatamam! En son haberi geldi, dediler Ağrı bölge komutanı olmuş. Mahallede yayıldı tabii, kahvede, orda burda konuşuyorlar: Ağbin büyük komutan olmuş!”
Komutan da asker ‘Altıotuzbeş’e şerh koyar: “‘Benim gözümde o başka, sen başkasın’ dedi. ‘Bi yanlışını görürsem devletin bayrağı çok olum, sararız göndeririz seni’ dedi.”
Kırılan şeyler dağılır, dağılır genişler, çarpar, büyür yansır döner döner başkasına yine vurur.
Sonuç niyetine
Anlatıların tarihsel hafızanın yanında bütün bağlantılarını duygusal bir keşifle çalkalayarak okumak bizi o yere konumlandırır. Bilgiyle birlikte bir araştırmanın içine de sürükler. Her gün iletişim araçlarının yanlışı ve doğruyu kötüye hizalayarak bize ulaştırması da bunun bir kanıtı olmasının yanında aynı zamanda da bir inkârı da gösterir. Özyaşar’ın öykülerindeki coğrafyanın ideolojik argümanları, gürültüsüz, slogansız bir şekilde zihnimizde yer bulurken aynı zamanda o eylemin dışındaki ince ayrıntıların içine düşmüş eylemleri de görmemiz mümkün. Yazarın yaşamına tanıklık eden durumlar da bariz önümüze seriliyor. ‘Yan’ öyküsünde günlük devinimin içinde dönen karakterlerin tanıklığı, o anın içinde yaşanmışlığa uğramasını da bazı cümlelerdeki siyasi göndermelerle görebiliyoruz: “Yola devrilmiş karlar tuza dursun, cam çerçeve inen devlet tamirata.” “Peş peşe geçtiler haber kanallarını, kumandayla değil küfürle kapattılar televizyonu.”
Murat Özyaşar, okura sunduğu eserde titizlik, dile dokunuşun yarattığı bağlamla şiir ve öyküyü birbirine düşürüp felç ederken özenle raspaladığı dili bir koşula itmeden kendi elindeki iple dizginliyor. Son olarak ‘Kâmil’ öyküsündeki son cümle bizim bize düştüğümüz cümle tarihimizi anlatıyor: “Annesinden önce uyuyanların derdine inanmıyorum ben.”
Mustafa Orman – edebiyathaber.net (19 Mart 2015)