Okuru olduğum, ilk kitabından bu yana izlediğim bir kalem, Hasan Özkılıç’ın alışılmışın dışında bir roman konusuyla karşımızda olduğunu öncelikle belirtmek isterim. Bizim için bir tür kapalı kapılar olan bir mekana gitmeye hazır olun.
Fazlasıyla geniş olabilecek seçilen yaşamı, romana aktarırken konunun sınırlı tutulduğunu, anlatılmak istenilenin en iyi biçimde yansıtmak için biçim ve yöntemlerin amaç doğrultusunda kullandığını düşünüyorum.
Yazar, yaşam, dağınıklıklarını zekice ayıklayarak, yazın sanatının imbiğinden geçirmiş. Bu kalın bir ipi, ince bir iğne deliğinden geçirmeye benziyor. Doğaldır ipin bükümü öyle sıkı ki sağlam bir doku ortaya çıkıyor.
Romanın çöl görüntülü (romanın fiziksel ve duygusal atmosferine gönderme yapar), dikenlerin (yaşamın sorunlarına gönderme yapar) yakın planda olduğu kapağını açtığınızdan itibaren yazarın yarattığı atmosfere giriyor, farklı dokular, kokular (özellikle kokular) içinde yaşıyorsunuz.
Anlatıcı yazar biçemini gerçeklik duygusunun bozulmaması için özellikle ve gerektiği kadar kullandığını düşünüyorum. “Ben” anlatıcıyı düşüncelerde, bilinç akışlarında tercih ediyor.
Hem içsel, hem dışsal anlatımlarda -ki bunlarda denge vardır- her an çoklu bakış açısıyla okumayı sağlıyor. Yazarın çok mercekli algılayıcılarının olduğunu düşündürdü bana. Anlatıcının ben seslenişi ilginç bir dönüşüm, değişimi vurgulamak için üçüncü tekil şahsa dönüyor ilerleyen sayfalarda.. Ben anlatımı anlatım kolaylığı ve geniş alan açmaktadır yazara.
S.14 Anlatıcı konuşur, “Bilmiyor ki ben susuyor göründüğüm zamanlarda ne çok konuşurum, bilmiyor.” > ileriki sayfalarda “kör adamla” konuşmaları onun suskuyla kaplanmış konuşmalarının/düşüncelerinin ifadesidir.
Çokça okuma ekseni olduğu gibi, mekan anlatımlarında yer yer resim matematiği, bilinç akışı ve olay örgüsündeyse şiir matematiği hissediliyor. (Kare kodla mekana taşıma yeniliği çok şık. Beri yandan yazarla aramıza dijital ortam girmeli mi karar veremedim.) Ama bunları öylesine gizlice yerleştirmiş ki, yalnızca hoş sonuçları yakalayabildim.
Fiil zamanlarını kullanırken amaç aynı anda birçok algıyı doyurmak olabilir. Görme, duyma, koku, dokunma, bilinç, bilinç akışı, duygu renkleri, değerler, felsefeler, toplumsal sıkıntılar baskılamalar vs. bu nedenle bir biri ardınca algılanıyor. Böylelikle asla tekdüze olmayan, okuyucuyu tedirgin eden bir anlatım ki “amacın” emrinde olduğunu görüyoruz.
Roman bölümlemelerini, karakterler kadrosunu ve olaylar dizgesini okurun keyfini kaçırmamak ve alışıldık bir inceleme metni yazmamak için atlayacağım. Bunu okurun keşfetmesine, bu heyecanı duymasına bırakacağım. Ancak küçük bir ayrıntıyı belirtmeliyim ki karakterler, özellikle eksen karakter, değişik ve çeşitli açılardan verilir. Romanın içine yayılır ve yavaş yavaş metin ilerledikçe karakterlerin de yeni özelliklerini keşfeder okur.
Romanda kullanılan anlatım biçemlerine değinmek gerekirse:
Düş gücümüzü ateşleyen, zaman zaman ezgiye dönüşen (şiir metinleri nedeniyle) anlatım, kitap boyunca değişimler gösterip, değişik ritimlere ulaşır. ‘Şimdi’deki anlatıcı herşeyi bilen, gören ses (ki gizem ve dumansı bir atmosferi çizer), yolculuk sırasındaki anlatıcı sese (bu ise göz hizası gerçek yaşamdır) dönüşür. Eksen karakter Behram’ın iç sesi, düşünceleri, özellikle kör adam motifiyle aktarılan duygu durumu farklı bir boyuta taşır kitabı. Yine eksen karakterin diğerleriyle konuşmaları, onları gözlemleyişi, roman akışı içine sıçrayan ve motifleri güçlendiren ara olaylar (sabırtaşı evinde anlatıcı karakterin kulağına gelen sabır öyküleri gibi) çeşitlemeli, ana olayın akışını güçlendiren parçalara rastlarız.
Duygu aktarımında ve içsel seslerde şiirsel ya da ezgisel anlatım yeğlenmiş ve şiir metinleriyle de güçlendirilmiştir.
Romanın katmanlarına baktığımda:
Kuşkusuz her okur farklı çıkarsamalar yapacaktır, ben burada kendi okuma hazzımı paylaşmak amacındayım. İlk katmanın bir yolculuk olduğunu düşünüyorum. (Yitirilmişi bulmak için çıkılmış hem fiziksel hem psikolojik bir yolculuk.) Anlatıcının düşünceleri ve anıları, başka bir katmandır. Diğer karakterlerin yaşamı ve düşünceleri, davranışları ve duygu durumları. Ferzat’ın anlattığı sabır taşı hikayesiyle başlayan anlatıcının, Şima’nın ve Melike’nin sabırtaşı eviyle ilişkileri. Ferah ve Behram’ın hikayesi, Şima ve Behram’ın hikayesi, Şima’nın aile hikayesi, (Anne Sahar, Teyze, Baba’yı da içine alan), Melike ve Behram hikayesi, Sabırtaşı evinin eski hikayesi, Sabırtaşı evini ziyareti sırasında anlatıcı (Behram’ın) dinlediği hikayeler ki onlar haksızlık ve kadına yönelik baskıların dile getirilişleridir. Melike’nin hikayesi. Kadının özgür olamama durumlarının hikayeleri.
Şark erkeği ve düşünce yapısı. Çevrenin kadın ve erkek üzerindeki farklı etkileri.
Melike üzerinden siga kadınlarının hikayesi ve toplumun bu organizasyonunu gözlemleyebiliriz.
Bu noktada, roman zamanına hemen değinmekte yarar var. Çoklu zamanlı bir anlatım seçildiğini izleriz. Şimdi, geçmiş, masal boyutundaki zaman dilimlerine sıçramalarla götürüp geri getirir yazar. Ki bu roman içinde roman keyfi yaşatır.
Gerilim unsurları
Şima’da çokça gerilim unsurları kullanıldığını görürüz. Örnekse, S.27 sabır taşı hikayesinin parçalı ve ağır anlatımıyla, uykusuzluk halinin, yolculukta sürüş sırasında uyuma ve kaza riskine karşılık, Ferhat (sürücü) anlatıcıya (Behram) eline sigara bastırmasını istemesiyle, Ferzat’ın Behram’a baldızıyla evlenmesi için baskı yapmasıyla, kitap boyunca dikkati diri tutar.
Romanların nabız atışı çatışkılar
Behram-Şima ilişkisi. Aşkın tarafları birbirine çekmesine karşın, birey-kadın modeli Şima’nın özgür ruhlu davranışlarının yarattığı çatışmalar. Şima Lilith dir.
Behram-Ferah ilişkisi. Şima’nın değillemesi olarak yer alır. Klasik, yanlış seçim yapıp körü körüne aşık olduğu olumsuz bir başka adam vardır.
Behram-Melike ilişkisi. Şima’nın tesellisi olarak yer alır romanda ve tipik bir kaburga kemiği motifidir. Bu ilişkide Behram bile isteye mi girer bu ilişkiye, kapılır mı, tipik Havva entrikasıyla mı karşı karşıyayız, yani Melike mi zorlamıştır onu, siz karar verin.
İşte bir örnek. S.130 (…) Sanki karımdı. Üzerime böyle bir yük binmişti. Bir de Şima’nın bakışları. Yoksa Melike mi demeliyim?
Koku algısı kullanımı
S.13 anlatıcının halasının odadaki anısını hatırlar: “baban gibi kokuyorsun” deyişi, algı içinde algı, odanın fiziği, anılar, hala, baba kokusu, baba yokluğu…
S.13 Sanki burada insanlar kaybettiklerini, geride kalan kokusuyla anımsıyordu. (…) Bana öyle geliyordu ki halam da kokusunu Şehmuz’da bırakıp ayrılmıştı bu dünyadan.
S.113 Şima’nın kokusu kimde kaldı acaba diye düşündüm. Bir yakını yoktu ki gidip sokulsam, kokusunu arasam, yok! Bendeki Şima kokusu bana aitti!
S.175 Elimin içindeki yumuşak kumaşı burnuma götürdüm, içim titredi. Onun kokusu… Teninin kokusu (…) Bir başka canlıya en çok koku yakınlaştırırdı.
S.289 “Şima’nın bana sokulduğunu kokusunu alınca anladım.”
Göz algısı kullanımı
Bakışlarla tanımlanan kadın “Takıldınız mı gözlerine, zor alırdınız kendinizi oradan.” S.143 (ondan yerine, oradan demekle derinlik, genişlik adeta bir uçurumu betimler yazar.)
Metnin sesine ilişkin
S.180’de (…) Şima, bir arkadaşı? Dayanamazdım. Ya kendimi öldürürdüm ya da… Ya da ne? (…) düşüncesindeki baş karakterin, tipik “şarkî” erkek tavrına büründüğünü görürüz. Bunu, onu terk eden kadından öç almak için mi düşünmektedir? Şima’dan utandığı için mi, canı mı istemektedir? Bunu bir eleştiri olarak yorumlamayı tercih ediyorum, örnek erkek olarak değil. Neyse ki bu düşünceleri kafasından “atmaya çalıştığını” söyler.
Eril metnin sesi S.212’de çok netleşir.
Özgün yapılandırma
S.213’te şunu soruyorum: Bir çember içindeki Behram, sürekli aynı şeyleri yapıyor neden? Neden farklı davranmıyor? Polise gitmiyor söz gelimi? Amerikanvari olmamasına özen gösterilmiş roman bunu reddediyor da ondan. Beri yandan baş karakterin içine düştüğü sarmalın somutlaştırması olarak yorumlayabiliriz.
S.260’den itibaren anlatıcı kendisinden üçüncü şahıs olarak söz etmeye başlıyor. “Hayal Kırıklığı” alt başlığında kişilik parçalanmasının benlikten uzaklaşmanın netleştiğini görüyoruz.
Tekrarların yarattığı etki
Aynı konuyu romanın farklı yerlerinde ama farklı açılardan tekrarlamanın kahramanın sıkışmışlık duygusunu pekiştirmek amacıyla yapılandırıldığını düşünüyorum. Söz gelimi, Şima’nın hikayesini, Behram’dan, Melike’den dinlediğimiz gibi Behram’ın S.139’da Şair Pervin’e (manevi varlığına) bir kez daha ama başka açıdan anlattığını görürüz.
Altı çizilecek cümleler
(…) çakılıp kaldı o hüzün hayatımın ortasına, çakılıp kaldı. S.17
Bir tül perde gibi gökyüzünü örten toz bulutu, üzerine çakılıp kalmıştı evin. S.20
Adamların ayakları gitmiş üniversiteye, akılları değil. S.22
Ferzat’tı konuşan. Baktım öyle yüzüne sanki önce yüzüne baktım da sonra sesini duydum. (Sf.41)
Karanlık yavaş yavaş çöküyor, sokak lambaları sanki bizi takip ediyordu. S.43
S.158, Rüzgar çıktı bir anda, toz bulutu yükselmeye aşladı. Sabırtaşı Evi, tozun içinde bir masal evine benziyordu, bir süre sonra yoğun toz bulutu içinde kayboldu. Yükseldi toz bulutu, bizi de içine aldı (…)
S.168 (…) Etrafı yüksek dağlarla çevriliydi. Manzaraya baktığında insan kendini az sonra karların içinde, soğuktan donacakmış gibi hissediyordu. Sessizlik, sakinlik kentin ruhuna sinmişti. Eski çağlardan birinde donup kalmış caddeleri, sokakları, hiç acelesi olmayan inanlarla doluydu. (…) Marad kenti anlatılıyor.
Bu noktada hem estetik hem de geleneklerle ilgili olarak roman kahramanları arasında yazılmış bir diyaloğa dikkatinizi çekmek isterim. S.166’ya bakalım:
“Saçmalama! Ben istemeden nasıl yapacaklar bunu?” “İsteyeceksin… Gün gelecek, yüreğindeki ateş küllenecek. Aklındaki o Şima fotoğrafı da yavaş yavaş solacak. Bunu biliyorlar… Sen fark etmeyeceksin, unutman için yapılması gerekenleri en iyi onlar biliyor. Solacak, küllenecek Şima. O zaman sen de kabulleneceksin.” (Melike ve Behram konuştu.)
Üzerinde durulacak simgelere gelmek istiyorum şimdi.
Çay, romanın her köşesindedir, kokusunu duyarız, semaverin fokurtusu kulaklarımızdadır. Her konuşmanın, düşüncenin içine sızar. Bir bardak çayın buharındaki düşünceler, çay demleme ritüelindeki karşı tarafa gösterilen özen, demlenmiş çay bardaklarıyla yapılan yarenlikler her an karşımıza çıkar.
Sabır taşı evi. Son derece dramatik bir ögedir bu. İçimizi her tekrarda acıtır, hangi açıdan olursa olsun, masalından, evi ziyaret edenlerin yaşadıklarına dek uzanan bir haksızlıklar zincirinin üreticisi, çoğaltıcısı gibi durur romanda. Ama her bir türevi ilgi çekicidir. Sabırtaşı evi, ilk bölümlerde yolculuk sırasında araba camından geçip giden bir yapı olarak girer romana. Metin boyunca ona ilişkin çeşitlemeleri izleriz. S.263 ise gerçekle yüzleşme noktasıdır anlatıcının. “Haklıymışsın” dedi sürücüye “Bir şey yokmuş burada.” Sabırtaşı evine (sayısız kerelerden sonra) yine gitmiştir ve bu kere bu mekanı bambaşka (her keresinde başka yorumlar) bir gözle görür.
Şair Pervin’in roman kahramanları üzerindeki etkisiyle S. 152-155’deki gizemi belki başka bir yazı konusu olmalı. Bu şairden söz etmişken, romanın mekanlarından biri de Şairler Mezarlığı’dır. Romanın üç kahramanı için çok önemli bir mekandır. Şima’nın annesinin sevdiği bir şair olmasıyla, verdiği kararı uyguladığı yer olmasıyla, Şima’nın ve onu bulmak umuduyla Behram’ın defalarca uğradığı bir yerdir. Bir tür tapınaktır. İnsan duygularının cisimleşmiş yeridir.
Kör adam simgesi, romanın en ilginç simgelerinin başında yer alıyor bana göre. S.221’den itibaren bilinç akışı yöntemine geçen yazar, kişilik parçalanmasını kör adam simgesiyle vermeye başlar. Bundan sonraki sayfalarda da kör adamla konuşmalar, onun eşlik ettiği konular vardır. S.245’de böyle birinin olmadığını söyler roman tiplerinden biri ve yazar bize küçük, şık bir ipucu vermiş olur. Ya da düşüncelerimizi doğrular.
Nargile S.253’de özellikle yaşamı yorumlama biçimi olarak yer alır romanda.
Gizemli kadın. Anlatıcının şimdiki zaman “Oda” başlıklı bölümlerde yanındakinin kim olduğu sorusu roman boyunca kafamızı kurcalar. Bu kadın, anlatıcının kararsızlığın bir göstergesi midir, yoksa, yazar/anlatıcının esin perisi mi? S.297. okuru şaşırtan, ikilemde bırakan “Öğlen oldu. Kahvaltı iki saattir seni bekliyor ay kişii!” Burada şimdiki zamanın Oda başlıklı bölümlerinde kadının kim olduğunu hâlâ örenmiş değilizdir. Ancak bir takım tahminlerde bulunabiliriz Ama bu ayrıntı romanı çok hoş, dumansı bir gizeme, masalsı bir atmosfere sarıp sarmalar.
Kitaptan ayrılırken
Yazarlar ateşle oynamayı severler. En büyük ateş de kuşkusuz aşk ateşidir. Ama bu kitapta yalnızca bu ateş değil, kadının kıstırılmışlığı, toplumun bireyi denetlemeye olan merakı, bireyin sabır denen ateşle kavgası, sıcak iklim, sıcak çay, şiir denen ateş, iki kadın arasında /iki ateş arasında kalmanın ateşi, insan ilişkilerindeki tutuşmalar, uyumamak için eline ateş basma talepleri, hep ateşin farklı görünümleridir. Sarıdan başlayan (çöl, çöl bitkileri, güneşin çöldeki rengi) sarının kırmızıya dönüştüğü bölümleriyle (kadın erkek ilişkileri, içsel çatışkılar) yakıcı bir kitapla, ateşi kucaklayan bir kitapla karşı karşıyayız.
Sarıyla başlayan, kırmızı rengin farklı tonlarıyla ışıklandırılmış olan bu romanda dolma kalem ; “Sayfanın üzerinde eski rengi solmuş, ince beyaz çizgili bir dolma kalem duruyordu.” betimlemesinden siyah olduğunu düşünebiliriz, (Sf.10 giriş bölümü) bir merkez noktasıdır. Aynı dolmakalemi finalde tekrar görürüz. 296. Sayfada durur. Artık romanın 7.Oda’sındayızdır. (*) Kalemi yazar/anlatıcı sesle birlikte görürüz. Bize zamanla ilgili bir ipucu fısıldar. Bu dolmakalem sayesinde -siyah noktada- insanlar, üzüntüler, kırgınlıklar, iç hesaplaşmalar yalazlanır, yaşanır. Ama derin bir sessizlik içinde… Mevsim sonbahardır (sarı renk) finalin tadını çıkarmanız için burada kesiyorum.
7 SAYISINA İLİŞKİN EK SÖZ:
* Kutsal, büyülü, mutlu bir rakam olarak inanç sistemlerinde en çok ilgi gören sayı 7’nin kitaptaki 7. Oda karşılığı üzerinde de düşünmek gerekir sanırım. Eskiden her gezegenin bir gök katında olduğu düşünülmekte olduğundan “Göğün yedi katı” deyimi o günlerden kalmadır. Aynı şekilde “yukarıda olan aşağıda olanla aynı olduğu” için yerin de “yedi katı” vardır. Bazı ezoterik öğretilerdeki yedi basamaklı inisiyasyon da sembolik olarak göğün yedi katına ulaşmayı ifade etmektedir. Ayrıca, sınıflandırmanın temeli olarak en sık kullanılan bu sayıdır. Eskiden her gezegene bir kutsal gün olduğu için bir haftada yedi gün vardır. Haftanın günlerinden Pazartesi Ay, Salı Mars, Çarşamba Merkür, Perşembe Jüpiter, Cuma Venüs, Cumartesi Satürn, Pazar ise Güneş ile ilişkilidir. Gökkuşağı, yedi renk, cehennemdeki 7 kozmik çağın, aynı sayıda göklerin ve dairelerin ayrılması gelenekseldir. Dünyanın harikası 7 olarak belirlenmiştir. Tüm kültürlerde, “yedi” iyi bir şey ifade eder. Müslümanlıkta, 7 yüksek mutluluğu, Hinduizm’de mutluluğu, Budizm’de, daha yüksek, kutsal bir şey olarak tanımlanır. Pisagorcular, 7’nin kozmik bir sayı olduğuna inanıyorlardı.
edebiyathaber.net (5 Mayıs 2022)