
Rüzgâr martıların izlerini siler.
Yağmur insanın ayak izini siler.
Güneş zamanın izini siler.
Öykü anlatıcıları yitik hatıranın,
acının görünmeyen ama hiç silinmeyen izini arar.
E. Galeano
1980’lerin başı; yer Güney Kore Gwangju şehri. Büyük bir kalabalık protesto eyleminde… Tek istedikleri özgür demokratik bir seçim ve sıkıyönetimin sona ermesi… Ama askeri birlikler pusuda. Protestoculara acımasızca saldırıp çok sayıda sivili coplayarak öldürüyorlar. Tam bir vahşet… Kore’nin kolektif hafızasında derin yaralar bırakıyor bu katliam. İşte bu acı olaydan yola çıkararak yazıyor Çocuk Geliyor adlı romanını Han Kang. Ona göre zorla izole edilen, ezilen ve vahşice muamele edilen her şeyin, onarılamayacak şekilde sakatlanan her şeyin adı Gwangju.
Ama katliamdan çok insan var merkezinde yazarın. İnsanın o kötücül yanının nedenleri… Yedi kişi üzerinden anlatıyor hikâyesini. Anlatıcı olan her ses, kendi bakış açısıyla olayı anlattıkça da ampullerin birer birer patlaması gibi dünya kararıyor. Bir arkeolog titizliğiyle araştırdığı bu olayı kurguyla birleştirirken tek bir amacı var; hatırlamak ve karşı bellek oluşturmak. Hafızanın acı verici olsa da, ölülerle kurduğumuz tek bağ olduğunun farkında. “Ölüm sadece onlara ait değil. Birilerinin yerine ölmüşler hep. Binlerce ölüm binlerce kalp değerinde kan…”
“Anlamadığı olay tabuta konduktan sonra yapılan kısa anma töreninde ölü yakınlarının milli marş söylemesiydi. Tabutların üzerine Kore bayrağının serilip sıkıca bağlanması… Askerlerin öldürdüğü insanlar için neden milli marş okunur ki? Neden tabutlara Kore bayrağıyla sarılır ki? Sanki bu insanları öldüren devletin kendisi değilmiş gibi. Çekinerek sorduğunda İnsuk Abla, büyük gözlerini daha da açarak cevapladı. Otoriteyi sağlamak için generaller isyan çıkarttı. Sen de gördün hani. Askerler güpegündüz insanları dövüp bıçakladılar, bu da yetmezmiş gibi üzerlerine ateş ettiler. Öyle yapın diye onlar emir verdi. O insanlara nasıl devlet diyebiliriz?”
Katliamın belgelerini inceledikçe de dehşete düşüyor yazar. En anlam veremediği şey ise bu cinayetleri işleyenlerin hiç suçluluk duygusu taşımamış olmaları… Ya içlerindeki zalimliği öylece sergileyebilecekleri şekilde erleri cesaretlendirip emir veren komutanlar? “Artık ben size sormak istiyorum. İnsanoğlu özünde acımasız bir varlık mıdır? Bizler sadece evrensel tecrübeleri mi yaşıyoruz? Tren raylarına düşen bir çocuğu kurtarmak için kendi canını feda etmekten çekinmeyen insanlar… Nasıl oluyor da Auschwitz’deki gibi korkunç şiddetin failleri olabiliyor?” İşte bu soruların etrafında dönüp duruyor. “Yüce olandan vahşi olana uzanan bu geniş insanlık yelpazesi, çocukluğumdan beri benim için zor bir ödev problemi gibiydi. İnsanı kucaklamanın benim için neden bu kadar acı verici bir şey olduğunun temel nedenini bulmak isteyerek kendi içime doğru ilerledim.” İnsanın itaat altında nasıl büyük zayıflıklar gösterdiğini, otoriterin her sözüne inanarak, düşünme ve muhakeme yeteneğini kaybedenlerin, vicdanlarına kulak vermeyerek, kötülüğün nasıl bir parçası olduklarını gözler önüne seriyor anlatısıyla. Arendt’in kötülüğün sıradanlığı dediği şey bu aslında. “Böylece katiller, ‘insanlara ne korkunç şeyler yaptım!’ demek yerine, görevlerimi yerine getirirken ne korkunç şeyler görmek zorunda kaldım, bu görevin omuzlarıma yüklediği yük nasıl da ağır!’ diyebiliyorlardı.”
Le Guın’e göre; bizler gölgelerimizin farkında değiliz. Gözlerden ırak yerlerde tutmaya çalıştığımız bencilliğimiz, ihtiraslarımız, bahaneler uydurduğumuz kötülüklerimiz olan o gölgemizin… Gölgemizi kontrol altında tutmayı başaramadığımız için de… Yerdeniz Büyücüsü adlı kitabındaki büyücü Ged’in ustasının dediği gibi hep yanlış hayatlar yaşıyoruz. “Senin içinde doğuştan çok büyük bir güç var ve sen o gücü, denetim altında tutamadığın, sonucunda aydınlık ile karanlığın, ölüm ile yaşamın, iyi ile kötünün dengesinin nasıl etkileneceğini bilmediğin bir büyüde uygulayarak, yanlış yerde kullandın. Ve bunu da nefret ve gurur yüzünden yaptın. Sonucun kötü olduğuna şaşmamak gerek.” Oysa iyilik gibi kötülüğe dair inanılmaz potansiyelimizin farkına varabilmiş olsak… Karşılaştığımız adaletsizliklere, acılara, kayıplara teslim olmaya veya yaşadıklarımızı inkâr etmeye daha az meyilli olacağız.
“Ben mücadele ediyorum. İnsan olmanın acımasız gerçeğiyle savaşıyorum. Ölümün bu gerçekten sıyrılmamı sağlayacak tek yol olduğu düşüncesiyle savaşıyorum. Siz, benim gibi insan olan siz, bana ne diyebilirsiniz?”
Kitabını yazdıktan üç yıl sonra… Bir milyondan fazla Koreliyle birlikte Gwanghwaman Meydanı’nda Kang. 2016’daki Mum Işığı protestoları denilen eylemde… Sendikalar, çiftçiler ve gençlik gruplarının başını çektiği muhalefet, yolsuzluk yapan cumhurbaşkanlarını protesto ediyor. “Ben de sokaklardaydım, kendi alevimi tutuyordum. O zamanlar buna mum ışığı mitingi diyorduk; şimdi buna mum ışığı devrimi diyoruz. Biz sadece toplumu mum ışığının sessiz ve huzurlu aracıyla değiştirmek istedik.” Kang’ın deyişiyle onur sahibi olan on milyonlarca insan sayesinde başarılı oluyor bu eylem.
“Siz bilir misiniz, insanın kendisinin tamamen temiz ve iyi bir varlık olduğu hissinin ne kadar güçlü olduğunu? Vicdan denilen göz alıcı parlaklıktaki mücevherin alnıma çakılmış gibi olduğu o anın parlaklığını?”
Evet, zaman geçtikçe anılar bulanıklaşır. Ama acının yaratıkları… Onlar bellekten yüzeye çıkmak için hep hazır bekler. Çıktıklarında ise… Açtıkları yaraları delik deşik ederler. “Affetmeyeceğim. Bu dünyadaki en korkunç şeyi görmüş gibi kıvranan ihtiyarın gözlerinin içine bakıyorsun. Hiçbir şeyi affetmeyeceğim. Kendimi bile.”
İnsanlık tarihi unutmak istediğimiz kolektif utanç dönemleriyle dolu. Vicdanın kenara atıldığı o kadar çok acı var ki… Ama dil… Her zaman gerçeği dile getirmenin bir yolunu buluyor. Üzeri ne kadar örtülürse örtülsün gerçeğin sesi olmanın yolunu…
‘Ben unutmuyorum. Her gün karşılaştığım kişilerin insan olduklarını. Bu hikâyeyi dinleyen sizde insansınız biliyorum’ diyor Kang.
Hala ölülerden arta kalanların tarihini yaşıyorken…
Gerçekten de insan mıyız peki?
Belki de şöyle sormalıyım soruyu; kaç onurlu insan kaldık bu dünyada?
Eğer dünya üzerinde ‘iyi’ yoksa onu icat etmek gerekir.
E.Galeano
Kaynak
Çocuk Geliyor, Han Kang, Çev. Göksel Türközü, April Yayıncılık
edebiyathaber.net (15 Nisan 2025)