Düşe döndük mü demeli şimdi yokluğunuza… Ya da bırakıp gitmelerin anlamını mı sorgulamalı yoksa…
Sık sık sorguladığınız değil miydi “sonsuzluk nerede”?
Peki, şimdi ne yapmalı bütün bu bırakıp gitmelerin yaşattığı boşlukları, acıları… İçerlediğimiz zamanları, hoyratlıkları, umarsızlıkları…
Bir sözle başlamalı belki de sevgili John Berger.
Yazdığınız “Otoportre” beni şu açıdan ilgilendiriyor; insan neyse onu yazar, bütün yazdıkları oradan çıkar.
Böylesi bir varoluş için yaşamayı göze alırsınız.
Sıradışıdır o yaşam.
Bir sözden diğerine geçerken yüzünüz hayatın kıvrımlarına dönüktü. Acının sağaldığı yerde, bütün bırakıp gitmelerde şunu da hatırlatabiliyordunuz bize: “Dünya ve cennet arasındaki fark sonsuz, uzaklık ise olabileceğinin en azıdır. Simone Weil bu cümleyle ilgili şunu demişti: ‘burada arzumuz, ardındaki sonsuzluğu bulmak için zamanı deler ve bu da olup biten her şeyi, her ne olursa olsun, bir arzu nesnesine çevirmeyi bilebildiğimiz zaman gerçekleşir.’
Bu sözler resim sanatı için bir reçete sayılabilir.”
Böyle kaç düşünce, kaç söz menzilinde yakalamıştınız bizi. Dura düşüne yolculuklara çıkarmıştınız.
“Bento’nun Eskiz Defteri” bu yüzden günlerce elimden düşmemişti.
Ne çok düşüncenizin ardından giderek yeni düşlere/düşüncelere dönmüştüm yüzümü.
Sürekli yazan, sürekli de çizendir.
Karşılaştığım her iyi söz, yeni düşünce heyecanlandırır beni sevgili Berger. İlk karşıma çıktığınız “Sanat ve Devrim” kitabınızda bunu ne iyi anlatmıştınız. Bir zaman, bir sanat, bir insan yolcusuydunuz orada. Sanatın örtülerini kaldırıyordunuz, yaratıcılığın debisine dönüktü her bakışınız. Yontucu Neizvestny’nin öyküsü, yeryüzünün öyküsüne dönüşmüştü. Boyun eğmeyen bakışı anlatmıştınız bize bir de.
Yeni yetme bir çizerdim, yazmaya delicesine tutkun. “Sanat ve Devrim: Ernst Neizvestny ve Rusya’da Sanatçının Yeri” elimden düşmemişti o günlerde.
Bento’nun öyküsünde karşıma çıkınca şu düşüncelerinizle, gene o günlere dönmüştüm:
“Biz çizerler gözlemlediğimiz bir şeyi başkalarının da görmesini sağlamakla kalmayıp nereye varacağını kestirmenin mümkün olmadığı görünmez bir şeye refakat ederiz aynı zamanda.”
Bir düşünceye, düşe eşlik etmek ne güzeldir.
Elimden gelse, “Bento’nun Eskiz Defteri”ni her sevene, çizene, yazana, düşünene tek tek okuturdum. Size ve Spinoza’ya daha çok dönmeleri, hayatı daha çok kavramaları, sevmeleri daha iyi öğrenmeleri için…
Ve siz tüm bunları ne güzel yazdınız, çizdiniz, anlattınız sevgili John Berger.
Seksen yıldır yazdığınıza göre, bunun sıradan olması düşünülemez.
Diyorsunuz ya:
“Yazma faaliyeti benim için hayati bir faaliyet oldu hep; bir şeyleri anlamlandırmamı ve devam etmemi sağlıyor.”
Dille ilişkimizin belirleyiciliğinden de hep söz edersiniz.
Dilin sesi, dilin ruhu…
İndirgeyicilikten hep uzak durdunuz, dile dönüşenle dilde olanı buluştururken de bu bakışınız öndeydi hep.
Bütüne alışan gözün ayrıntılarındaydı bakışınız, sezginiz. O nedenle de varlığınızı bir enstrüman gibi kullandınız yazmak, anlatmak için.
Çok şey söylemek adına da yapmadınız bunu. İyi, doğru, anlamlı şeylere dönüktü yaratıcılığınızın yolculukları.
Siz, tüm bunlarla gitmediniz sevgili John Berger; yeniden yeniden insanda, hayatta sürekli filize durdunuz.
Ve şunu da dersiniz:
“Seneler boyunca beni yazmaya iten şey, yazılması gereken bazı şeyler olduğunu ve ben anlatmaya çalışmazsam hiç anlatılmadan kalacağını hissetmemdi. Kendimi ağırlığı olan, profesyonel bir yazardan ziyade boşlukları kapayan biri gibi görüyorum.”
Bakma ve görme yolculuklarında buluşturdunuz bizi. Adanmışlığın sırrı da oradaydı aslında.
Anlatmanın neredeyse bütün yollarına çıkardınız bizi.
İmgenin anlamına baktık sizinle, görmenin biçimlerine, algı yordamını sorguladık; görme yetisindeki değişkenlikleri düşünerek…
“Acı zaman deneyiminden” süzülüp gelen her şeye yeni bir bakış izi düşürdünüz sözde, yazıda, imgede.
Kendinizi varoluş yolcusu kıldınız hep sevgili John Berger.
Görmenin bize öğrettiği her şey algı alanınızdaydı. Yaşadığımız şiddet çağını ötelemek için varlığınızı koydunuz ortaya.
Duyguların incelmesi gerektiğinden söz ettiniz sürekli.
Hayatımızda azalanlara baktık birlikte.
Katlanılır olanın öfkesi yakamızda solgun bir çiçekti.
Açıp bir metninizden herhangi bir pasajı okumak yetiyordu sizinle hangi yolun yolcusu olduğumuzu hissetmek için:
“Görünümler aynı zamanda zihinde, algılar biçiminde tutarlılık oluşturur. Bir tek şeyin ya da olayın görüntüsü başka şeylerin ve olayların görüntüsünü de içinde barındırır. Bir görünümü fark etmek için başka görünümlerin anısı gereklidir. Genellikle beklentiler olarak yansıtılan bu anılar da, ilk fark etme aşamasından çok sonra bile görüleni nitelemeyi sürdürürler.”
İnsan gördüğündedir, hissettiği ve düşündüğündedir. Yarattığımız diller de bunların yansımalarını içerir.
İnsan belleğindedir, orada biriktirdiklerinde.
İşte bu yolculuğun izlerine döndürdünüz bizi sevgili John Berger.
Sürekli olana, kesintisizliğe dönüktü her bir bakışınız.
Düşme ve düşünme ânlarımız, düşkünlük ve bağımlılıklarımız sizde daha bir anlamlıca yer etti. Güne sizinle bakmanın yorumcusu kesilmek ise hayata farklı yerlerden akıp durmanın bakışını kazandırdı demeliyim.
Şimdi dönüp “Düşme Sanatına Dair Bazı Notlar”ınızı öğrencilerime okurken, yer yer, size dair bazı düşüncelerimi de dile getirdim:
- açıklık,
- vicdan,
- görme biçimi,
- şaşırtan bilinç,
- dünyanın ağrısını hissetmek,
- hayata bakma biçimi,
- aşkın aşkınca hali,
- yeryüzünün dili/duygusu,
- peşinde olunan zaman/yaşanan zaman…
İşte bütün bunlardı sizin yazı/düş/düşünce auranıza yansıyanlar sevgili John Berger.
Yaşama karnavalına ne çok renk kattınız sevgili Berger.
Sizin hikâyenizi yazmak yerine, yeryüzüne dağılan sesinizle sizi okumak, anlamak, paylaşmak en güzeli.
Çünkü ele geçirilemeyen bir zamanın içinden çıkıp geldiniz yazdınız, anlattınız; gördünüz ve kendi zamanınızı yaratarak gittiniz yeryüzünün bir ucuna… Üstelik çoğalarak sevgili John Berger.
Ve şu sözleriniz de hep aklımızda kalacak diğerleri gibi:
“Hikâyelerimizin bizi ele geçirme tehlikesi olduğunu bilsek başka türlü yazar mıydık acaba? Sanmıyorum. Ama o anda bir hikâye anlatıcısı olarak gemideyken kaderin belirleyicisi bendim. Dümen benim elimdeydi. Kaptan köşküne dahi davet edilebilirdim! Oysa şimdi Furusund Adası’nda aynı geminin seyrini izlerken, herkes kadar ufak hissediyorum kendimi. Güvertedeki birkaç yolcu adeta asma köprünün üzerinden bakıyor gibi bize. Sven’in o gemide olduğunu yalnız ben biliyorum.
Huş ağaçlarının arasından geçiyorum; tuzlu su kıyısında yetişen ağaçların yapraklarından çıkan özel sesi dinliyorum. Sonra kafeteryaya dönüyorum.
Hava hep böyle mi olacak, diye soruyor çocuk kaptana.
Evet, yarın güzel olacak.
Yarın gün doğmadan Alaska geyiğini arayacağım.” (“Hoşbeş”, Çev.: Beril Eyüboğlu)
Sizde arayışın dili vardı, sevmenin yurtsuzlaşmanın, kendi olmanın bakışı ve insana dokunmanın nasıl bir itkiden doğduğunu göstermenin hüneri… Karşılaşma olmadan sanatsal yaratıcılığın olamayacağı, gitmeden sevilemeyeceği, görmeden hissedilemeyeceği en çok anlattıklarınızdı… Görme yolculuklarımızın nasıl biçimlendiğini anlatırken de şunun altını sıklıkla çizerdiniz: Her imgede bir görme biçimi yatar.
Şimdi, sizinle, yeryüzünün bize yansıyan imgesinin ardındayız sevgili John Berger. Her yerde ama, her zamanda, her yüzde…
Şimdi, bir kez daha dönüp; “Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü”deki sözlerinizin ardına düşüyorum sevgili John Berger.
Ve bir dostuma okuyorum şu sözlerinizi içlenerek:
“Kimlik sorulunca
tren saatlerine bakmak
ya da para ödemek için
cüzdanımı açınca
yüzün çıkıyor karşıma.
Çiçek tozları
dağlardan yaşlı
Aravis daha genç
dağlar kadar dayanıklı.
Çiçek tohumları
hep saçılacak
ama Aravis yaşlanacak
tepelerle yaşıt olacak.
Kalbin cüzdanında
bir çiçek o kuvvet
bizleri yaşatan
dağları yıpratan.
Ve yüzlerimiz, kalbim, fotoğraflar kadar kısa ömürlü.”
(Çev.: Zafer Aracagök)
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (10 Ocak 2017)