Söyleşi: Nilgün Çelik
Sinan Canan, AçıkBeyin adlı youtube kanalından takip ettiğim, her konuşmasını ilgiyle beklediğim akademisyenlerden biri. Biyoloji, psikoloji, nörobilim yani bilimsel konular kadar hayatın her alanında insana dair konuları inceliyor, öğretiyor ve bunları kanalında dinleyeni sıkmadan anlatıyor. Sinan Canan ile konuşmasının akıcılığında olan son kitabı Hayatın Anlamı üzerine konuştum.
Sevgili Hocam söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Öncelikle nefis bir başucu kitabı okuduğumu belirtmek isterim. Kitabınıza, önsözde belirttiğiniz gibi Sapien kanalındaki Hayatın Anlamı başlıklı video konuşmalarınızdan bazılarını aldınız. Sıcak bir soruyla söyleşimize başlayayım isterim, kitap yazmak mı zor konuşmak mı?
Aslında ikisi çok başka süreçler ve ben ikisini de çok seviyorum. Fakat kitap yazmanın zaman yatırımı artık biraz daha fazla. Zira yıllarca belli bir konuşma deneyimi biriktirdiğinizde irticali konuşmalar ve sohbetler fikir geliştirmek için oldukça verimli bir yol haline gelebiliyor ama bir dezavantajı var; o da fiziksel olarak kaydetmediğinizde, yani not almadığınızda o doğuşkan fikirlerin çoğunun maalesef unutulması. Kitap veya yazı yazmak ise başka bir ritim ve daha yavaş bir süreç içinde kendi düşüncelerinizi damıtma imkanı sağlıyor. Yani farklı özellikleri olan iki farklı deneyim. O nedenle sanırım ikisi de benim için vazgeçilmez.
Kitabınız üç bölümden oluşuyor. Bölümler içinde alt başlıklar merak uyandırıcı. Yani hayatın anlamı, kitabın bütününde parçalar halinde verilmekte. Ama siz özetle hayatın anlamını bir “hikâye” ye eşitliyorsunuz. Okurlarınıza kısacık bir ip ucu vermek gerekirse, bu “hikâye” nedir?
İnsan beyni hikayelerle çalışıyor. Bir insandan kendini tanıtmasını isterseniz aslında her seferinde o kişinin size bir hikâye anlatmaya başladığını fark edebilirsiniz. Bu hikayelerden çoğu kronolojiktir, yani zaman sırasına göre o kişiyi oluşturan olaylar sıralanır ve bu da aslında o hayatın zamansal bir hikayesidir. Yahut sizi en çok etkileyen dönüm noktası hadiselerden yahut temel yaşam amacınızdan bahsettiğinizde de bir hikâye anlatırsınız. İşin benim için ilginç yanı bu hikayelerin hemen tamamı büyük oranda kurmacadır. Gerçeklerin belli bir öyküye uyacak şekilde esnetilmesini gerektirir ve biz bunu hemen her zaman hiç fark etmeksizin yaparız. Evrimsel donanımımız bu şekilde ayarlanmıştır çünkü. Bunu sadece kendimizi dışarıya ifade ederken de yapmıyoruz, aslında hayatın her anında, bir şeyleri yapmaya yahut yapmamaya karar verirken, içsel bir hikayeler grubuna danışıyoruz. Neden yapmalıyım yahut neden yapmamalıyım sorularının yanıtları, hayatımızda referans aldığımız ana öyküden yahut dayandığımız temel öykü gruplarından geliyor. Bunlar da ağırlıklı olarak “kim olduğumuz” ve “bu dünyanın bizim için anlamı” gibi temel sorunlara kendimizce kaydettiğimiz yanıtlardan müteşekkil. Kısacası, ben dediğimiz her şey, aslında kocaman ve kurgusal bir hikâye. Bizim hikayemiz ve bunu istediğimiz zaman da değiştirebiliyoruz. En azından kuramsal olarak!
Bir konuşmanızda yaptığınız işin, Kur’an-ı Kerimin tefsiri olarak niteliyorsunuz ve hem kitabı hem de İslam dinini bilimsel yönleriyle anlamaya ve anlatmaya çalıştığınızı söylüyorsunuz. Körü körüne bir çukurun içine, olay anlatımının peşine düşmüyor, mantık arıyorsunuz. Aslında din, İslam bu anlamda içinden kolaylıkla çıkılabilecek konular değil fikrimce. Ancak siz bunu başarıyla yapan birisiniz. Benim sorum, bugüne değin bu konuda içinden çıkamadığınız, üzerinde çalışmalar yaptığınız bir başlık var mı? Hangi kaynaklardan faydalanarak olayları çözüme götürüyorsunuz?
Tefsir ilahiyatta bir bilim dalı ve benim bu bilim dalında eser üretmek gibi bir derdim hiç olmadı. Fakat neredeyse hayatım boyunca hep beni “büyük sorularla” meşgul eden ilgi alanlarım olunca, giriştiğim tartışmalarda kaçınılmaz olarak diğer insanlardan bana klasik dini yorum argümanları çokça yöneltildi. Özellikle İslam toplumunda yetiştiğim ve temelde İslam inancı ile dünyayı algılayarak hayata başladığım için de konu sıklıkla bu dinin kaynaklar ve özellikle de ana kaynağı Kur’an ile ilgili oluyordu. Elbette inançlı bir insan olarak benim de kendi inancımın kaynaklarını okuma ve yorumlamakla ilgili tercihlerim var ama bunları diğer insanlara anlatmanın yahut benimsetmeye çalışmanın fahiş bir hata olduğunu çok erken yaşlarda fark etmiştim. Dolayısıyla benim temel derdim, özellikle biyolojiden edindiğim hayat görüşü ile bu dünyayı yorumlamaya çalışmaktır. İnandığım dinin kaynaklarına da hep bu gözle bakarım. Tabii ki bu alışkanlık bizim kültürümüzde çok olmayan bir yol olunca, insanlar buraya yönelik olarak yönelttikleri soru ve itirazlara verdiğim cevaplardan da bazen hoşlanmayabiliyorlar. Ben klasik yorumları hiçbir zaman temel almıyorum; onun yerine ana kaynaklarda, mesela Kur’an’da ifade edilen bir konu bilimde nasıl yorumlanabiliyor ona bakıyorum ve kendimce çok işe yarar bir dünya görüşü oluşturabiliyorum. Fakat bunu diğer insanlara bir tefsir yahut meal gibi bir eser olarak aktarmayı hiç düşünmüyorum; zira din söz konusu olunca, yaptığınız yorumlar çok kısa bir zaman sonra ya kutsanabiliyor, yahut yerin dibine sokulabiliyor. Benim inançlı bir insan olarak temel görevim, bana gelen uyarılara uygun bir yaşam sürdürerek mümkün mertebe üretken, yapıcı ve onarıcı olmak. Benim yaptığım tefsir, yazılı metinlerden ziyade, davranışlarımda ve yaşayışımda olsun isterim. Bence her Müslüman, dünyayı zamanının bilgisiyle en verimli ve sorun çözücü şekilde çözebilen kişi olmalı.
Kitabınızın birinci bölümü Anlam Kipleri. Mutluluk: Haz Hali Ve Acıdan Kurtulma Hali adlı alt başlıkta “Beklenti bir zihinsel sorundur bir psikolojik rahatsızlıktır,” diyorsunuz ve bunun çözümünü de yine kendimizi tanımak, eğitmekle olacağını vurguluyorsunuz. Hayatımızda hele son yıllarda olumsuz yaşanan bunca şey varken bu inançlardan sıyrılıp, gelecekten beklentisiz, ümitsiz nasıl yaşayacağız, kendimizi nasıl eğiteceğiz?
Aslında bu cevabı hem zor hem de kolay sorulardan birisi. Yaşamda başımıza gelenlerin bizim olaylara verdiğimiz tepkilerden oluştuğunu fark ettiğimiz zaman, ki bana göre durum her zaman böyledir, bizi içinden çıkılmaz sorunlara sokan birçok durumun aslında biriken edilgenliğimiz olduğunu da fark edebiliyoruz. Bu farkındalık belki kolay ama yılların düşünme ve davranış alışkanlıklarını, yanlış olduklarını fark etseniz bile öyle bir anda değiştirebilmeniz çok zor. Tekrarların inatçı şekillendiriciliğine karşı insanın sürekli olarak kendini izleme, bilinçli çabalarla davranışlarında ve düşünce tarzlarında sürekli iyileştirme yapmaya çabalaması işin sırrı. Yani kendi üzerinde çalışma alışkanlığı oturtmaya çabalayan ve bunda ısrarcı olan bir insan görece kısa bir zaman içerisinde bu tip konularda büyük gelişimler gösterebiliyor. Ne çare ki çoğumuz bu kadar kararlı ve sabırlı olamıyoruz ve her şeyin şipşak yapılabildiğini zannettiğimiz bir ağrı kesiciler dünyasında, zorluğa katlanmak çoğumuz için gittikçe zorlaşıyor. Kendini tanımanın ve kendi varlığına uygun bir yaşam kurmanın tek yolu, hayat boyu kalıcı bir kendini çalışma sürecine dair yöntem ve düşünce araçlarını hayata oturtmaktan geçiyor. Benim tüm kitap, konuşma, yazı ve mülakatlarımda konu budur. Elbette dışarıda kötü bir şeyler var, elbette burası günlük gülistanlık bir yer değil. Fakat kesin bir şey daha var ki, bizimle aynı durumlarda yaşayan herkes de aynı sonuçları deneyimlemiyor. Tepkilerimize göre olaylar çok başka sonuçlara çıkabiliyor. Bunu çalışmak için koca bir ömrümüz var. Şimdi başlamamız gereken en önemli proje budur. Beklentisiz bir yaşam mümkün değildir; sorun, beklentilerimizin ne kadar bizim öz varlığımızdan, ne kadarının sosyal özenme ve ezberlerden geldiğini zaman içinde fark edebilmektir. Hiç de zannettiğimiz kadar çok şeye ihtiyacımız yok, bunu yeterince yaşayan herkes zaten fark ediyor. Önemli olan bunu mümkün mertebe erken fark edip harekete geçebilmek.
Yine bu bölümün Alt başlığında Anarşizm: Denge Hali var. Burada oldukça iddialı bir cümleniz var. Kitabın bütününe, bölüm girişindeki açıklamalarla anlamlı olsa da cümle yanlış anlaşılmaya hayli açık. Diyorsunuz ki: “Tüm dinler aslında anarşist bir devrimi temsil eder, ancak hemen sonra bu dinler adına söz söyleyen insanlar tekrar anarşizmin karşı çıktığı sistemler kurar.” Bu cümlenizin cımbızlanarak saptırılmasından çekindiniz mi?
Böyle bir risk hemen her cümlemde var; dediğim gibi ben hep büyük sorunlar üzerine uğraşmamı zorunlu kılan konularla ilgili yazıp konuşuyorum. Özellikle bu bahsettiğiniz cümle, elbette tepki oluşturacak, çünkü insanlar böyle sade argümanlar üzerine nadiren düşünür ve düşündüklerinde de özellikle kendi inançları ile ilgili sarsıcı bazı sorunlarla karşı karşıya gelirler. Bu rahatsız edici durumdan uzak durmanın en iyi yolu bunları hiç düşünmemekmiş gibi gelir. Fakat bunları düşünmemek, kişisel planda bu sorunlarla hiç uğraşmamak, uzun vadede çok daha büyük problemler yaratıyor ve bana sorarsanız aslında bütün dünya sadece bu tip sorunların sıkıntısını çekiyor. İlahi mesajların hepsi ezber bozucu ve düzen yıkıcıdır. Ama dinleştikleri zaman sistemleştirilip kısıtlayıcı sözleşmeler haline kaçınılmaz olarak dönüşürler. Bugün neredeyse tüm inanç gruplarının günlük yaşamdaki davranışlarının önemli bir kısmı, inanıp kabul ettiklerini iddia ettikleri temel metinlerle zıtlık gösterir. Sebebi, artık önemli olanın mesaj değil, sistem olmasıdır. Hristiyanlar İncil’e, Müslümanlar Kur’an’a birebir uygun yaşamaya kalktıklarında büyük tartışmalar çıkması da bundandır. Bu kavga elbette bitmez; fakat dinlerin toplulukların sistem ihtiyacını karşılayan anayasalar benzeri araçlar olduklarını ve maneviyatın bundan çok başka bir şey olduğunu anlayanlarımızın sayısı arttıkça bu işler daha normal bir seviyeye gelecek diye naif bir umudum var.
Yine aynı bölümde, “Ben insanla ilgili bir “statik” ile uğraşıyorum, sistemin insanı uyuşturması meselesinin üzerine gitmeye çalışıyorum.” Diyorsunuz. Özellikle son yıllarda sosyal ve kültürel olarak gelişmek değil, bu yoksunluğu akla getirmek birçok insan için zorlaşmışken bu değişimi, durağanlığı değiştirmeleri için insanlara siz neler öneriyorsunuz?
Bu konuda önerileim çok uzun ama iki cümle bence önemli: Birincisi “nereden biliyorum” sorusu. Bence çok can alıcı bir sorudur ve bir insanın tüm bildiğini zannettiği konularda kendine sormayı alışkanlık haline getirmesi gereken ve hemen her sorduğunda da kaçınılmaz olarak derin düşüncelere dalmasına neden olabilecek bir sorudur. İkincisi ise “bilmiyorum” diyebilmektir. En yüce değerlerimiz, en kesin inançlarımız, en güvenilir kaynaklarımız, yıllarımızı verdiğimiz ideolojiler ve aklınıza gelebilecek daha her şey için, bilmiyorum diyebilmek bize öğrenmenin kapısını aralar. Fakat zaten bildiğini zanneden bir insana hiçbir şey öğretmeniz mümkün değildir. Cehaletin tanımı da zaten budur. Bu iki cümleyi günde en az beş kere tavsiye ediyorum J
Kitabınızın ikinci bölümü Anlam Özneleri. Burada yine çok anlamlı bir cümleniz var. “Çünkü insan aynalayarak öğrenen bir canlıdır.” Diyorsunuz. Bu hem anlamlı hem zor bir cümle. Ayna her zaman doğruyu göstermez işte o an o farkındalığı daha çabuk edinebilmek ne ile mümkündür?
Elbette aynanın temel özelliklerini anlayarak ve kendisinin de bir ayna olduğunu unutmamaya gayret ederek. Bizler nispi öğrenen beyinlere sahip ve bu nedenle kendimiz dahil her şeyi kıyaslamalarla anlamaya çalışan canlılarız. Mutlak bilgi hiçbirimizde yok. Bu muğlaklık içinde bildiğimiz her şeyin bir aynalar galerisindeki kompleks yansımalardan başka bir şey olmadığını fark ettiğimizde en büyük hapishanemiz olan keskin inanç ve kesin yargılarımızdan sıyrılmaya başlıyoruz. İşte ondan sonra bence yol açık…
Yine Anlam Özneleri’nde alt başlıkta Aşk: Anlamın Sözde Öznesi bölümünde bir güzel konudan, aşktan bahsediyorsunuz. Aşkın anlamından, kelime kökünden bahsediyorsunuz. Bu anlamın benim için de ilginç olduğunu söyleyerek burayı meraklı okurlara bırakmak istiyorum. Benim sorum yine bir cümlenizden. “Bazı kavramlar kullanılmazsa seni terk eder.” Diyorsunuz. Aşk da bunlardan biri. Aşkı şiddete, cinselliğe ve imkansızlığa bağlamış bir toplumuz. Kitabınızdaki bilgilerin bir özeti, meraklı okura ip ucu olması adına soruyorum: iki kişi arasındaki aşkı nasıl tarif edersiniz? Nasıl olmalıdır?
Aşk çok büyük bir kelime ve sadece anlamıyla kavranabilecek bir duygu değil. Aşk insanı bir yerden bir yere götüren, onu dönüştüren, kendisi dışında bir şeye sımsıkı bağlayan ve onunla bir kılan bir duygu. Dolayısıyla bir ilişkide “ama o da böyle yaptı” gibi cümleler varsa, eğer bir işte “yoruluyorsa” insan, orada aşk değil başka motivasyonlar vardır. Aşk, insanın içinde kaybolduğu bir duygusal durumdur ve tarifi de yaşaması da öyle kolay değildir gibime geliyor. Tabii beni burada en çok hayata karşı duyulan, yahut duyulması gereken aşk ilgilendiriyor. Bu olmadan, diğer aşkların hepsi gayet mecazi, gayet geçici heyecanlar olmakla yetinmek zorunda kalıyor.
Yine bu bölümde “Hayatın öznesi” diye kısalttığımızda, kulağa hoş gelen aşktan bir soru daha sormak istiyorum. Burada Mevlana’dan bir cümle alıntıladınız: “Aşk insana uykusunu iştahını ve rahatını kaçıran şeydir.” Demiş. Elbette kitabınızda açıklamaları var ama şu hâlde aşk neden hayatımızın öznesidir?
Aslında biz aşksız yaşayabilen bir canlı değiliz. Anlam ihtiyacımız da buradan gelir, yahut o anlam ihtiyacının en anlamlı tezhürüdür aşk. Ben ve ötekiler diye böldüğümüz ve yapayalnız aciz bir varlık olarak oradan oraya savrulduğumuz bir hayatta bir bütünün parçası olmak, tamamlanmak, pek yaşamsal bir arzudur bize. Bunu cinsellikle, dostlukla, kalabalıklarla, maddi varlıkla gidermeye de çalışabilirsiniz de bunların pek uzun vadede işe yaramadığını da biliyorsunuz. Dolayısıyla bizim aşk gibi başka bir sürücü güce ihtiyacımız var. Kemâlât aşksız olmaz diyor sûfîler. Bence bir bildikleri var.
Aşk Acısı bölümünü ilgiyle okudum. Aşk acısına en iyi gelen şeyin “anneye sarılmak” olduğunu söylemişsiniz bunu da çok kıymetli çok özel bulduğumu belirtmek isterim.
Ben de bunu fark ettiğim güne şükrederim hep…
Hayatın Anlamında, anlam öznelerinden bir de “aidiyet”. Bu konu benim de sürekli gündemimde olan ülkemizdeki bir takım siyasi karmaşıklığın da temelini oluşturduğunu düşündüğüm, önemsediğim bir konu. “Bir insanın aidiyet öyküsü onun kutsaldır.” diyorsunuz. Buradan yola çıkarak, (kitabınızın bu bölümünü de özetlemiş olacaksınız belki de) aidiyet neden önemlidir? Kısaca kitabınızı okumamış olanlar için özetlemeniz mümkün mü?
Demin dediğim gibi, eksik ve yalnız bir yaratık olarak hissetmek, öyle yaşamaya çalışmak büyük bir varoluşsal gerginlik yaratır. Bir sonraki kitabımda müstakil olarak ele almaya çalışacağım bu temel ihtiyaç, bir şekilde tamamlanmak zorundadır. Bunu çoğumuz, bizden öncekilerin tamamlamaya çalıştığı şekilde, onlardan öğrenerek tamamlamaya çabalarız. Elbette bu çabaların çoğunun sonucu hüsrandır. Aidiyet, geçici şeylere bağlanma şeklinde tezahür ettiğinde, ayrılık acısı çok ağırdır. İlişkilerde bunu çok görürüz mesela. Bu o kadar belirleyicidir ki insan toplumlarının en etkin cezaları hep toplumdan dışlanma veya topluluk önünde aşağılanma gibi mekanizmaları kullanır, zira bunlar hepimiz üzerinde çok etkilidir. Burada önemli olan bu ihtiyacımızı anlamak ve bunun üzerinden nasıl suistimal edilebildiğimiz fark etmek. Bunu anlamaya başladığımızda gerçekten neye ait olduğumuzu sorgulamaya başlayacağız ki hem en özgürleştirici hem de en güvende hissettirici düşünsel yolculuk bence böyle başlıyor.
Dindar bir ailede yetiştiğinizi ve bu anlamda da ölüm gerçeğini çocuk yaşlarda bilip kabul ettiğinizi söylüyorsunuz. Ve ölüm, hayatın anlam öznelerinden biri kitabınızda. Yine bir cümlenizi alıntılayarak sormak istiyorum, “Bizim gibi toplumlarda ise cenaze töreni sadece ve sadece kalanlar içindir ölenler için değildir. Biz bunu hep karıştırıyoruz.” Diyorsunuz. Gerçekten de ölümün derinliği, maneviyatının yanında cenaze evlerinde garip bir geleneğimiz var. Ev hanesinin gelenlere yemek ikram etmesi. Yasını tutmaya, ölenle anılarını diri tutmaya, ağlamaya zaman yok. Sizi ölüm öznesi ile bu konuda ne söylemek istersiniz?
Hepimizin başına gelecek belki de tek ortak kader olmasına rağmen bu kadar göz ardı ettiğimiz başka bir konu yoktur sanırım. Ölüm ortak bir konu ama bir o kadar da kaçındığımız bir kavram. Ne olduğunu bilmiyoruz ama çok çekiniyoruz ondan. Halbuki kitapta da anlatmaya çalıştığım gibi “ölümsüz olsanız ne yapardınız” sorusuna muhatap olan herkes, ölümün hiç olmadığı bir dünyada hiçbir şey yapamayacaklarını hayretle fark ediyor. Yaptığımız her ne varsa ölecek olduğumuz için, bunu bildiğimiz için yapıyoruz. Bu bilince sahip olmak bizi insan olmaya, daha çok şey yapmaya itiyor. Tabii bu itkiyi ne yönde faydamıza kullanabileceğimizi anlayabilmek için bilgelik de gerekiyor ama zaman içinde bu soruyla muhatap olmadan, ölümü düşünmeden, ölmeden önce ölmeden insan olarak gelişim bence pek mümkün değil.
Kitabınızın üçüncü kısmı Anlam Nesneleri adlı bölümde çok önemli bir konuyu ele alıyorsunuz. Çalışmak: Yaratım Yansıması’nda, Çalışma Hayatında Mobbing’den bahsediyorsunuz. Bu bölümü her cümlenizin altını çizerek okudum. Belki sadece mobbing, tek bir söyleşi konusu olabilir benim için. Yapılan bu mobbing, “Yıldırma politikası en çok dürüst insanlarda, açık insanlarda işlevsiz kalır,” diyorsunuz ama yine de buna maruz kalanlar sağlığıyla ödüyor bu bedeli. Yaşamınızdan da örnekler veriyorsunuz. Siz bu ortamdan çıkabilen insanlardansınız. Bugünkü başarınızı, üretiminizi o günlere borçlu olduğunuzu söylüyorsunuz. Benim sorum şu: Siz birçok insanın takip ettiği, birçok insanı etkileyebilen bir akademisyensiniz, iş yerinde, evde, sosyal hayatta bu kadar çok karşımıza çıkan mobbing uygulayıcılarına biraz yüksek sesle bir şeyler söyleyin isterim, ne söylemek istersiniz?
Birincisi: Muhakkak yardım alın. Ben o zamanlarda kendi başıma halletmeye çalışma hatasını çok yaptım ama bir başka insandan gördüğünüz sistematik bir zulmü çoğunlukla ancak başka insanların yardımıyla yenebilirsiniz. Yıldırma davranışı çok şükür artık kanunen de suç. Muhakkak hukuki yollarını öğrenin ve bunu sizi yıldırmaya çalışanlara açıkça beyan etmekten çekinmeyin. Boş tehditler yerine altı dolu ikazlar her zaman çok daha işlevseldir. İşyerinde böyle bir durum söz konusu ise tüm yazışmalar ve eposta gibi iletişim dökümanlarını dikkatle saklayın, bunlar da delil olarak kullanılıyor. En önemlisi de dünyanın sizi yıldırmaya çalışan bozuk karakterli tiplerden yahut o çalışma ortamından ibaret olmadığını sıklıkla kendinize hatırlatın. En büyük sıkışmışlık, insanın bütün dünyayı çevresinden ibaret zannetmesinden kaynaklanır. Dürüst ve açık iletişim, bir çok çabayı başlamadan bitirebilir.
“Hayat keyifli olmaktır, hayatın amacı budur. Keyif almakla ilgilidir demiyorum. Hayatı keyifsiz, sürtünmeli, zor, kavgacı, kanlı, arızalı yapan, insanın hayatı anlayamamaktan kaynaklanan cehaleti ve yabancılaşmasıdır.” Diyorsunuz son bölümdeki Mücadele: İhtiyaç Yansıması bölümünde. Hayattan keyif almak sanırım bir yaşam biçimi de olmalı. Sözde yapılıp başarıya ulaşılacak bir durum değil. Ben bu noktada asıl meselenin çocuklukta başladığını düşünenlerdenim. Bu bakışı çocukluğumuzda kazanamadıysak sonra çok zor kazanırız hatta başarmamak için sebepleri üst üste ustalıkla koyabiliriz. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Benim hayattan anladığım temel şeylerden birisi şu: Başarı diye bir şey varsa, o da çabasız yaşayabilmektir. Bunun için ise çok çabalamak gerekiyor. Zira bize öğretilen, belletilen etraftan gördüğümüz davranış ve düşünce kalıpları genellikle idealden pek uzak ve yanıltıcı. Aslında tüm ömrümüzü bu kirlerden arınmakla geçiriyoruz. Küçük yaşlarında muhatap alınmayı deneyimleyen ve kendi kararlarını daha erkenden verebilme lüksünü yaşayanlarda bu etki daha sınırlı ama yine de hepimiz hatalı zihinsel kodlarla doldurulmuş bir yaşama atılıyoruz. Önemli olan çabasız yaşayabileceğimiz, aynı zamanda bu çabasızlık içinde faydalı olarak var olabileceğimiz birtakım yolları keşfedip bunlarla oynamak. Hiçbir iş, hiçbir unvan, hiçbir sosyal görev kaderimiz değil, bunu sıklıkla hatırlamakta fayda var.
Biz okurlarınıza bir başucu kitabı verdiğiniz için ve sorularımı içtenlikle yanıtladığınız için teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (19 Temmuz 2024)