“Film açık bir sanattır. Zaman sanatçıların ve seyircilerin onu açmaları zamanıdır”[1]
Sinema, on dokuzuncu yüzyıl sonunda fotoğraf, mekanik, optik ve bir dizi görüntülerin bilimsel üretimindeki ilerlemelerin bir sonucu olarak gelişti, ancak büyülü fener gösterileri ve fantazyamagoryalardan büyük ölçekteki panaroma, diyorama ve optik oyunculuklara, yüzlerce yıllık popüler eğlencelere dayanıyordu.[2] O günden bu güne sinema tarih içerisinde pek çok alanın tartıştığı bir disiplin haline geldi. Bir dönem Kültür Endüstrisi[3] kavramı içerisinde değerlendirildi. Hȃttȃ Ulus Baker başlangıçta sinemanın ölü doğduğunu, eğlence endüstrisine eklemlenerek pek çok anlamda şansını kaybettiğini düşündü.[4]
Bütün bu tartışmaların gölgesinde kendisini bağımsız bir sanat olarak var etmeye çalışan sinemanın bugün belki de nihayet hak ettiği yerde olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle metinlerarası bir okuma ve yazma edimine karşılık gelen bugünün dünyasında başka bir şey olması da beklenemezdi. Ve yine Ulus Baker’in; “Her nesil bizden daha az okuyor, daha çok izliyor.” cümlesinde belirttiği durumdu belki de bu ve sinemanın artık çok farklı disiplinlerin tartışma alanına girmesi bundandı. Çünkü ona göre sinemanın önemi modern toplumunda bir montaj olmasından kaynaklanıyordu. Mühendislik bir montajdan ibarettir ve modern toplumda montaj her şeydir. Sinema her şeyi kaydedebilen bir ortam olarak ortaya çıktığından beri modern toplumu en iyi yansıtan şey olmayı bu nedenle başarabilmişti. Endüstrilerimiz, bilgisayarlarımız, televizyonumuz ve programları, okuduğumuz kitaplar hatta yazarları bile montajdır diyordu; Ulus Baker. Evet, Baker’in de ifade ettiği gibi modern toplumlarda tıpkı sinema gibi bir mühendislik edasıyla montajlanmış, birbirine vidalanmış ve inşa edilmiş topluluklardı sinema montajın en esaslı biçimiyse kendisini en iyi ifade edebilecek bir hale gelmeliydi bu nedenle de.[5] Bu günden baktığımızda sinemanın sadece sinemada gösterime giren filmlerin izlenip, geçildiği bir durumun çok ötesinde bir yerde olduğunu, görüyor ve gözlemliyoruz. Belki de Ulus Baker’in Kanaatlerden İmajlara kitabında bahsettiği o ilişki sosyal bilimler için sinemanın işlevselliği artık gerçekleşmiş görünüyor. Elbette bu durum sinemayı diğer disiplinlerin bir alt dalı ya da yararlandığı bir yan dal durumuna taşımıyor. Tam tersine sinema bağımsız bir disiplin olarak kendisini antropolojinin, sosyolojinin, felsefenin, etnolojinin alanına sızdırıyor. Çünkü imajlar çağında anlatım, ancak görsel imajların desteğiyle karşılık bulabilir ve nitekim de sinema bu anlatma olayını başarmada önemli bir imkȃn sunuyor.
Slavoj Žižek Filmlerle Sosyoloji kitabının girişinde şu değerlendirmeyi yapar; Bir film asla “yalnızca bir film” ya da bizi eğlendirmeyi ve dolayısıyla dikkatimizi dağıtarak bizi asıl sorundan uzaklaştırmayı amaçlayan hafif bir kurgu değildir. Filmler yalan söylerken bile toplumsal yapımızın can evindeki yalanı anlatırlar (a.g.y. 15). Filmler bu anlamda Žižek’in ifade ettiği gibi toplumun tam ortasından bir yerdedir. Gerçek üstü anlatımın hȃkim olduğu bir film bile bizi belki de yaşamsal gerçekliğimizin bir yerinden yakalayabilir. Çünkü günümüzde filmlerin anlamı baştan beri belirtmeye çabaladığımız gibi yaşamın dışında değildir. Filmler izleyenler olarak bizleri içine alır ve izlediğimiz film bizimle birlikte yaşamına devam eder: biz filme, film bize müdahil olur. Bu durum aslında çok genel bir ifade ile “bir film izledim yaşamım değişti” cümlesinin karşılık bulması anlamını taşır. Sinema çağdaş toplumsal ilişkileri ya da ilişkisizlikleri ve bununla beraber bireylerin en mahrem veya en aleni arzularını ve korkularını şekillendirme açısından, belirgin bir güce sahiptir. Bir bakıma sinema, bir tür toplumsal bilinçdışı işlevi görür: Toplumsal incelemenin nesnesini yorumlar, türetir, yerinden eder ve eğip büker (a. g. y. 24) Sinema toplumsalın içinde yer etmiş ortak bilincin dışında anlamlar sunar. Bir bakıma bireysel varoluşu, yaşamsal faaliyet ve koşullanmaları başka bir boyuta taşır. Dengeleri sarsabilir çünkü tıpkı yukarıda söylendiği gibi “yerinden edici” ve “eğip bükücü” bir etkiye sahiptir.
Kellner, filmlerde seyircilerin mevcut hayat ve zamanlarının sınırlarını aşarak yeni görme, yaşama, varoluş tarzları tasavvur etmelerini sağlayacak ütopyacı bir boyut içerdiğinden bahseder ve ekler: Sinema, daha iyi bir dünyaya dair idealize görüşler, ideolojik haleler sunabilir; bu görüşler kendi döneminin ideolojik sorunsallarına ve mücadele biçimlerine ışık tutabilir (a.g.y. 35). Bu fikre katılabiliriz. Yaşamın dayattığı gerçeklik ile insanlığın ütopyaları arasında bağ kurma yöntemi olarak da adlandırılabilir sinemasal anlatı. İnsanı var eden onu başka bir güne taşıyan birazda gelecek tahayyülüdür. Sinema bu anlamda insanlığın kendi geleceğine dair öngörüler sunabildiği gibi geleceğe dair karamsarlığını da arttırabilir. Ancak her iki durumda da günümüz penceresinden bakıldığında sinema, insanlığın bu gününe ve yarınına dair bir ihtiyaçtır. Ayrıca filmler, farklı farklı meseleleri gündeme getirir ve içinde bulunduğumuz ȃnın öne çıkan kaygılarıyla ilgili tartışmaları kışkırtabilir (a.g.y. 35). Bugün sinema toplumsal cinsiyet, LGBTİ-Q hakları, çevre sorunları, kimlik, dil, göç gibi birçok alana temas eder haldedir. Belli disiplinlerin alanıymış gibi görülen bu konular barındırdığı, felsefi, sosyolojik, kültürel ve etnik alt metinler, sinemaya toplumsal bir ayna işlevi de kazandırır. Gruplar arası ilişkilere yansıyan bu durum bir anlamda empatisel bir ilişki düzlemi yaratır ve gerçekliği dokunulur bir boyuta taşır. Kellner’in ifade ettiği gibi sinemanın değindiği bu farklı konular aslında topluma, bireye, döneme ve yüklenen anlamlara dokunur, kırılma yaratabilir ve hȃttȃ kışkırtıcı olabilir.
Filmler ile onu izleyen arasında oluşan bir bağdan da söz etmek gerekir. Bu, filmin onu izleyeni içine alabilmesi demektir ki anlamı izleyenin onu hafızasının bir yerinde taşımasıdır. Peki, bir film bunu nasıl başarır? Bu durumda Ulus Baker’in “düşünen sinema”[6] olarak tanımlayabileceğimiz felsefesine başvurabiliriz. Ona göre; “Bir filmin düşünmesi bize bir mecaz gibi geliyor, çünkü biz yalnızca insanların düşündüğü fikrine alışmışız. Oysa bizde bir düşünceler zinciri yaratıyorlarsa bir roman ya da mantığımızla uyum içindeki bir takım doğa olayları “düşünüyorlar” demektir.” İzleyici ya da okuyucu açısından bakıldığında Ulus Baker haklıdır. İzlediğimiz ya da okuduğumuz şey bizi düşündürmüyorsa, o zaman belki bunun üzerine düşünmek yanıltıcı olmayacaktır. Bir film yalnızca izlenip geçilmemelidir oysa film onu izledikten sonra yaşamımızda küçük düşünce ve duygu kırıntıları bırakabiliyorsa ona atfedilen anlam yerini bulacaktır. Bu nedenle Ulus Baker “düşünmeye zorlayan bir sinema” fikrinden bahsetmektedir. Ona göre sinema; “ doğayı bizzat seyircinin beynine iletecek bir cihaza; imaj, kadraj ve montaja sahip olduğu için bu sayede yalnızca düşünülebilir olmakla kalmayan “düşünmeye zorlayan” bir içeriğe doğrudan anlam kazandırabilen” bir araçtır. Beynimize doğadan yansıyan sinemasal anlatı Baker’in anlatımıyla bizi düşündürmeye iten bir sinema, imajlara kendi anlamımızı yüklemeye çağırır. Ve anlamlandırabildiğimiz imaj bizim yaşamımızın bir yerinde karşılık bulur. Böylece düşündüren bir sinema bizim üzerimizde iz bırakır. Elbette sinemanın her zaman böyle bir işlevi olması beklenmez. Sanat her zaman karşısındakinin yaşamında etkiler bıraksın diye gerçekleştirilen bir edim değildir ve bu durum sinema içinde geçerlidir. Sinema gündelik yaşamın bir parçasını alıp onu sinemasal anlatıya taşımanın ötesinde bir düşünme biçimidir. Buradaki düşünme iz bırakmaktır, izleyicinin zamanının bir yerinde var olmaktır.
Bir film insanların yaşamlarını ve dünya görüşlerini değiştirebilir, çok kişisel ve özel anlamlar içerebilir ama aynı zamanda algılara hükmetmek, onları dönüştürmek ve çarpıtmak için de çeşitli kamusal söylemlere ve ideolojilere kendini bağlayabilir. Bu kategoriye giren farklı filmlerde bulunmaktadır.[7] Filmlerin manipüle etme gibi bir işlevi de olabilir. Bu gün sinemanın bir sektör olduğu ve bir sektörün üst yapı ilişkilerinden bağımsız bir varlık gösterebileceğini bekleyemeyiz. Böyle durumlarda sinema devlet ve kurumları yararına işlevsel hale getirilmeye açıktır. Özellikle tarihsel ve kahramanlık filmlerine bu açıdan bakılabilir. Bir milletin, yüceliği, iyinin çok iyi kötünün çok kötü temsillerle sunulduğu milli tarihin işlevselleştirildiği filmler bu anlamda önemli örneklerdir. Bu anlamda belki de bağımsız sinemacıları, devlet desteğinden çok nasiplenememiş filmleri tercih edebiliriz. Sinema her anlamda işlevsel ancak algılarımıza en çok oynayan sanat dalı olarak karşımıza çıkıyor. Bu boyutu ihmal etmemek belki de sinema seyircisinin elinde. Çünkü sinema aynı zamanda bireysel bir irade ile takip edebileceğimiz, kendi var oluşumuzun anlamına olan katkısını veya katkısızlığını irademizle belirleyebileceğimiz bir alan. Kısaca sinemanın ne olduğu, nasıl olması gerektiği, hangi filmin izleneceğinin iktidarı hȃlȃ izleyicinin elinde. Rancière’in Cahil Hoca kitabında uzunca bahsettiği gibi herkesin her şeyi yapabilme gücü vardır ve bunu yapmak insanın kendi iradesindedir (2014). O zaman kendi irademizle sinemadan olmadığı kadar faydalanabiliriz. Çünkü daha öncede ifade ettiğimiz gibi sinemanın en önemli belirleyeni, hangi filmi izleyeceğini bilen izleyicinin kendi iradesidir.
Sinemanın bugünü pek çok açıdan farklı anlamlandırılabilir. Ancak gerçek şu ki gelinen noktada sinema yalnızca sinema olmanın ötesinde bir anlama karşılık geliyor. Bugün sinema pek çok açıdan yaşamın ve diğer bilimsel disiplin alanlarının içerisinde kendine yer bulmuş durumda. Sinema metinleri bir felsefe kitabını karıştırır gibi altından derin anlamlar yakalayabileceğimiz bir dünyanın kapısını açıyor. En başta Puget Boğazı Sinema manifestosu cümlesinden bahsettik evet: ““Film açık bir sanattır. Zaman sanatçıların ve seyircilerin onu açmaları zamanıdır”.
[1] Sinema Manfestoları, “Puget Boğazı Sinema Derneği Manıfestosu”, s.67, İstanbul: Altı Kırk Beş Yayınları.
[2] Elsaesser, T., Hagener, M. (2014), Film Kuramı, “Duyular Yoluyla Bir Giriş”, s.9, (Çev. Berhan Soner-Barış Yıldırıö) Ankara: Dipnot.
[3] Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma”, çev. Nihat Ülner, Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi içinde (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi, 5. baskı 2009) s. 47
[4] Baker, U., (2010), Kanaatlerden İmajlara, “Duygular Sosyolojisine Doğru”, (Çev. Harun Abuşoğlu), İstanbul Birikim.
[5] Baker, U., (2010), Kanaatlerden İmajlara, “Duygular Sosyolojisine Doğru”, (Çev. Harun Abuşoğlu), İstanbul Birikim.
[6]B.k.z, Baker, U. (2011), Beyin Ekranı, (Der. Ege Baransel), İstanbul: Birikim.
[7] B.k.z. 2. Dipnot, s.273
Emek Erez – edebiyathaber.net (27 Nisan 2016)