“İnsanlık tarihi bir mücadele tarihidir; ırklar, bireyler arasında değil sınıflar arasında cereyan eder.” Marx-Hegel
1993 yılından bu yana Çatalhöyük kazılarını yürüten arkeolog Ian Hodder, ören yerinden son zamanlarda elde ettikleri ilginç verileri kamuoyu ile paylaşmaya başladı. Ona göre, Neolitik Dönem’in ilginç bir temsilcisi olan ve yaklaşık 9400 yıl önce kurulan, çağdaşlarına göre bir hayli kalabalık nüfus barındıran Çatalhöyük, nispeten “eşitlikçi” bir toplumdu.
Kadınlar ve erkekler arasında ciddi bir faaliyet ve beslenme farkı bulunmadığının ve her iki cinsin de evde eşit zaman harcadığının tespitini yapan Hodder ve ekibi, bu kadim yerleşimde sınıf farkını temsil edebilecek bir arkeolojik veriyle de karşılaşmamışlardı; saray, tapınak gibi hiyerarşik izler yoktu. Sokak, kapı ve pencere gibi mefhumları olmayan evlere damlarındaki deliklerden girilen bu yerleşimde, insanlar ölülerini odalarının içine gömüyorlardı. Aynı evin içinde gömülmüş olan insan iskeletleri üzerine yapılan genetik araştırmalar ise ilginç bir örgütlenmenin haberini veriyordu. Aynı evde gömülmüş insanlar birbirleriyle akraba değillerdi. Hodder’a göre, Çatalhöyük toplumu, bizim bildiğimiz, aralarında kan bağı olan bireylerden oluşan ailelerin toplamı değildi. Hiç bir bebek doğduğu evde büyümüyor, genetik mirasını aldığı ebeveynleriyle yaşamıyordu. Ve eşitliğin temelinde yatan faktör buydu…
“Uygarlık tarihi” insanın kendisine “yabancılaşma”sının tarihidir; hayvani özünü beğenmeyen insanın kültürel formatla yeniden kendini konumlamasıdır. Doğanın içindeki varlığın reddiyle başlayan bu süreç, iktidar mefhumuyla insanın kendisini yüceltecek bir “varoluş” inşasıdır. Doğanın bir parçası, bir hayvan olmayı reddeden insan, doğayla birlikte “hayvan-canlı” gerçeğinden de uzaklaşmış, kültür dünyasının “eşref-i mahlûk” kimliğine özgürlüğünü mahkûm etmiştir. Özgür bedenini kültürün otokontrolüne terk eden insan, toplumsallığın yapısında yaşamına yardımcı olsun diye kendi ürettiği kültürün nesneleri tarafından yeniden yeniden inşa edilmiştir. Alet üreten insan, üretim sürecinde kendinin yeniden üretilmesine de katlanmak zorunda kalmıştı. Doğanın parçası olan beden, kültürün üretimi olan kimliğe kurban edilmişti. Birlikte yaşam, bedensel arzuların kontrolünü gerekli kılmış, gündelik yaşamın öznesi, insanın yeni toplumsal yüzü olmuştu. Kendi doğasını terk eden insanlardan oluşan toplum ve insanlararası ilişkiler, üretim sürecinin maddi koşullarının bir çıktısı olarak kültür tarafından dikte edilmiştir. Egemen sınıfın üretim araçlarını kontrol ettiği ve üretim fazlasına sahip olduğu bu “yapıda” sınıf çatışmaları da kaçınılmazdı. “Sınıflı toplum” uygarlığın insan için tasarladığı bir “Troia Atı”ydı ve bir sınıfı bir başka sınıfın yaşamı üzerine egemen kılmayı hedefliyordu…
İngiliz Marksist tarihçi G.E.M. de Ste. Croix’in bir hayli tartışma yaratan kitabı “Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi”, Çağdaş Sümer’in Türkçesiyle Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Marx’ın “sınıf çatışması” kavramından hareketle Antik Yunan ve Roma toplumunu okumaya çalışan bu çalışma, özellikle tarih ve arkeolojik verilere farklı bir yaklaşım arayışında bulunan genç araştırmacılara yeni bir dil yaratabilecek nitelikte. Marx’ın gözüyle bu kadim dünyanın tarihsel verilerine bakan Ste. Croix, Antikçağ’da sınıfların tespitini yapıyor ve onlar arasındaki çatışmaların neticeleri üzerinde uzun uzun kafa yoruyor. Marx ve dolayısıyla sınıf kavramına uzak duran İngiliz tarihçilerine de eleştiri getiren Ste. Croix, kadim dünyaya Marksist perspektifle bakmanın özellikle de bilimsel dünyanın egemen güçlerini rahatsız edeceğine işaret ederek, adeta bilimciler arasında bir sınıf mücadelesinin de verildiğini gözler önüne seriyor. Çünkü ona göre, “sınıf kavramı her zaman özgün bir tahrip gücüne sahip” olmuştu…
“Sınıf mücadelesi” kavramına Marx’ın dahi bir tanım getirmediğine vurgu yapan Ste. Croix, Yunan ve Roma kültürlerindeki en temel sınıfların kentli ve köylüler olduğuna vurgu yapmaktadır. “Grekoromen medeniyet esas olarak şehirliydi, bir şehir medeniyetiydi ve yerli olmadığı, topraktaki köklerinden serpilmediği yerlerde, büyük oranda bir üst sınıf kültürü olarak kaldı” onu benimseyenler kırsal kesimde yaşayan yerlileri sömürdüler ve karşılığında çok az şey verdiler… Şehirler… iktisaden kırsal kesim üzerindeki asalaklardı. Gelirleri esasen şehirli aristokrasinin köylülerinden aldığı rantlardan oluşuyordu… öte yandan köyler aynı ölçüde, şehirlerin çıkarları için yoksullaşıyordu…”
“Sınıf” kavramının yine Marx’ın önemli bir kavramı olan “üretim ilişkileri”yle anlaşılması gerektiğine vurgu yapan Ste. Croix. Antikçağ “sınıf”larını da bu minvalde tespit etmiştir… “Toprak sahipliği ve özgür olmayan emeği zorla çalıştırma gücü, büyük oranda aynı sınıfın ellerinde toplanmıştı…” Antik Yunan yazılı kaynakları, bu kültürün “çalışanları” ile “çalışmak zorunda olmayanları” arasında sınıf mücadelesi örnekleriyle doludur. Çünkü Antik dünya, “çalışmanın” küçümsendiği, aşağılandığı bir sınıflı toplumun temsilcisiydi. Büyük mülk sahibi aylak efendilerle, özgür olmayan emek üreticileri ve köleler, bu kadim kültürün sac ayağını oluşturuyordu.
Ste.Croix., “üretim ilişkileri”nin temeline insan türünün yeniden üretimini yerleştirir. Marx ve Hegel’in “Mülkiyetin çekirdeği, ilk biçimi, kadın ve çocukların kocanın kölesi olduğu ailede yatar. Ailedeki bu gizil kölelik, ne kadar kaba da olsa, mülkiyetin ilk biçimidir…” sözüne atıfla kadının bu geleneksel toplumlardaki rolünü anlamaya çalışmıştır. “MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda Atinalı kadınlar… geçerli mülkiyet haklarından hayli dikkat çekici bir şekilde yoksun bırakılmışlardı…” diyen Ste.Croix. evli olan kadınlar, erkeklerden daha az haklara sahip olmalarına dikkat çeker. “Kendilerine verilen görevleri yerine getirmek dışında bir seçenekleri olmayacak kadar erkeklere bağımlıdırlar…” Atina’da yüksek sınıfa mensup bir kadının bile mülkiyet hakları ve konumu büyük oranda içinde bulunduğu sınıf tarafından cinsiyetine bağlı olarak tanımlanıyordu. Babası, erkek kardeşleri, kocası ve erkek çocuğu mülk sahibi olabilirken kadın bu haktan mahrum bırakılıyordu. Bu anlamda kadın ailedeki mülkiyetin ilksel nesnesi olabiliyordu ancak. Bu konum Antikçağ’da bütün kadınların evliliğini bir zorunluluk haline getiriyor ve bir eş ve anne olarak yaşamak mecburiyetinde bırakıyordu.
İnsanlar kendilerini ve diğerleri ile ilişkilerini gündelik eylemler-pratikler içinde yeniden üretirler. Ve toplumsal pratikleri deneyimlemek maddi kültür aracılığıyla mümkün olabilmektedir. Tüm dünyanın bir köy halini aldığı Post-modern yaşamda özellikle de sosyal bilimlerin ihtiyaç duyduğu çokdisiplinli yaklaşımda Marksist eleştirel bakış büyük önem taşımaktadır. Geçmişle ilgilenen bilimlerin bu yaklaşımdan nasiplenmeleri daha dengeli bir gelecek tasarlamak için bilhassa hayatidir. Bu nedenle dilimize çevrilmiş bu yaklaşıma sahip az sayıdaki kitaptan birisi olan “Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi”, kıymetli bir kaynak kitap niteliğindedir ve mutlaka okunmalıdır…
Antikçağ’dan bu yana çok şey değişmiştir ancak sınıf mücadelesi üretim süreçleriyle geleceğe taşınmıştır. Marx’ın değimiyle, “insanlık tarihi bir mücadele tarihidir; ırklar, bireyler arasında değil sınıflar arasında cereyan eder”. Sınıf çatışmasının zirve yaptığı, kapitalizmin acımasız düzeninin tüm dünyayı kaplamaya başladığı günümüzde, sadece dünyayı açıklamak için değil, geleceği değiştirebilmek ve sınıfsız bir toplum hayali için Marksist yaklaşıma ihtiyaç bulunmaktadır. Çünkü, kan bağına dayalı aile yapısının değişmesi ve Çatalhöyük’ün sınıfsız toplumuna yeniden ulaşılması zor görünüyor.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (17 Ekim 2014)