Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın toplam dört bin sayfayı bulan, otuza yakın dile çevrilen, altı ciltlik Kavgam (Min Kamp) serisi kısa sürede dünya edebiyatında bir fenomen haline geldi. Babasının ölümünden başlayıp oğlunun doğumuna kadar çemberi tamamlayarak yazdığı altı ciltlik otobiyografinin bu denli ilgi görmesinde kuşkusuz serinin Hitler’in ünlü eseri ile aynı ismi taşımasının etkisi büyüktü. Ancak dünya edebiyatında sarsıntı yaratmasının asıl sebebi Kavgam serisinin roman – anlatı- otobiyografi türlerinden herhangi bir türe dâhil edilemeyişi ve kendine özgü yeni bir tarz olarak ortaya çıkmış olmasıydı. Kavgam serisi için edebi selfie, reality showların edebiyata yansıması diyenler olduğu gibi, Knausgaard’ı 21. yüzyılın Proust’u olarak tanımlayanlar ve seriyi Marcel Proust’un ünlü eseri “Kayıp Zamanın İzinde” ile kıyaslayanlar da oldu.
Edebiyatla ilgisi olanlar bilirler; edebi metinlerde fazlalıklardan kurtulmak temel prensip kabul edilir. Oysa Knausgaard bu temel prensibi yıkarak, kurgudan uzak durarak, her detayı olanca çıplaklığıyla uzun uzun anlatmayı, betimlemeyi tercih ediyor. Sıradan sayılabilecek hayatını apaçık ve sansürsüz olarak gözler önüne seriyor. “Bana göre bir şeyi hatırlamakla yaratmak arasında hiçbir fark yok” diyen Knausgaard, edebiyatta alışılagelmiş kuralları çoktan yıkmış, “Yazmak, yaratmaktan ziyade yıkmakla ilgilidir” diyor ve sayfalar dolusu yazıyor, yazıyor, yazıyor. Adeta bir paratoner gibi, hayatındaki tüm elektrik yükünü Kavgam’ın sayfalarına aktarıyor. Knausgaard bir röportajında hayatına dair her şeyi Kavgam serisinde anlatmış olmasını “edebi bir intihar” olarak tanımlıyor ve ekliyor: “Geriye hiçbir şey kalmadı. Kendimi tekrar etmeden yürekten gelen hiçbir şey yazamam artık. Bu yüzden son cildin son cümlesi ‘Artık bir yazar olmadığım için çok mutluyum.’”
Seri Türkiye’de de büyük ilgi gördü ve çok satanlar arasında yer aldı. Şu ana kadar üç cildi (Kavgam 1. Cilt, Âşık Bir Adam ve Çocukluk Adası) dilimize çevrildi. Akıcı bir şekilde Norveççe’den dilimize çevrilmiş olmasının kitapların başarısındaki payı büyük, Ebru Tüzel ve Haydar Şahin’i tebrik etmemiz gerekir. Ayrıca Monokl Kitap’ın Kavgam serisi için hazırlanmış başarılı bir web sitesi de mevcut.
“Âşık Bir Adam” serinin ikinci cildi ve Knausgaard’ın aniden hayatına giren aşkı anlatıyor. Ya da aslında “evliliğin aşkı nasıl hunharca yok ettiğini” anlatıyor desem yeridir. Zira ikinci cilt, 2008 yazında Knausgaard ailesinin (Karl Ove, Linda, Heidi, Vanja ve John) tipik küçük çocuklu ailelerin yaşadığı sefil halleriyle açılıyor. Aşk okumak üzere elime aldığım kitap sebze yemeyen çocuklar, çişten ağırlaşmış bebek bezleri, ellerinize yapışan pamuk şekerler, her daim önünüzde ittirdiğiniz pusetler, kalabalık alışveriş merkezleri, jetonlu oyuncaklar, doğum günü partileri, sabah anaokuluna girmek istemeyen çocukların ebeveynlerinin boynuna koala gibi yapışmaları ve gündelik hayatın keşmekeşi içinde bırak aşkı, kendini bile çoktan unutmuş ebeveynlerle başlıyor.
Burada yeri gelmişken Karl Ove Knausgaard’ın çocukları oldukça iyi gözlemleyen, onların dilinden çok iyi anlayan ve sorumlulukları eşiyle paylaşan muhteşem bir baba olduğunu; okurda, özellikle de kadın okurlarda, düpedüz bir hayranlık etkisi bıraktığını söylemeden geçemeyeceğim. Ancak Knausgaard hem baba hem de oğul, haliyle Kavgam serisini özellikle erkek okurlara tavsiye ederim, kendi hayatlarından çok şey bulacaklarına eminim.
Kendi adıma Knausgaard’ı çocuklarım küçükken, hafta sonlarımızı önümüzde puset, yanı başımızda ana kucağı, omuzumuzda biberon, yedek bez, kıyafet, ıslak mendil, pudra, oyuncak, ıvır zıvır dolu koca bir çanta ile jetonlu oyuncakların olduğu alışveriş ya da eğlence merkezlerine gittiğimiz yıllarda tanımak isterdim. O zaman bilirdim ki, hayat Kuzey Avrupa’daki refah içinde bir ülkede yaşayan çocuklu aile için de, Orta Doğu’nun burnunun dibinde bir ülkede yaşayan çocuklu aile için de hemen hemen aynı zorluklarla dolu. Çocuklar dünyanın hiçbir köşesinde sebze yemeklerini sevmiyorlar, bir tek senin çocukların değil. Hele o anaokullarındaki veli toplantıları ve doğum günü partileri yok mu, dünyanın her yerindeki ebeveynler için adeta işkence. Bak, sadece biz yaz tatillerimizi dinlenmek yerine daha çok yorularak geçirmiyormuşuz, Stockholm’de de benzer bir aile var, Knausgaard ailesi, onlar da tıpkı bizim gibi, hele şu minik Vanja yok mu, sanki aynı bizim küçük oğlan. Ve üst kattaki şu arsız komşu sürekli gürültü yapıyor.
Sayfalar ilerledikçe, tam da okuyucu bu hayata kaptırmış giderken, yazar usta bir manevrayla okuru birkaç yıl öncesine, ilk eşi Tonje’yi aniden terk edip İsveç’e yerleştiği günlere, yazarlık hayatının girdiği buhranlı döneme götürüyor bizleri ve “yazar” Karl Ove ile tanıştırıyor. Sonra da bir gün Yazarlar Birliği toplantısında şimdiki eşi Linda’yla henüz yeni tanıştıkları tanıştıkları günlerde buluyoruz kendimizi.
“Sonra Linda’yla tanıştım ve güneş doğdu. Sırılsıklam âşıktım ve her şey mümkündü. Her şey anlam yüklüydü… Bunu başka türlü ifade edemem. Hayatıma güneş doğdu. Önce ufukta ağaran tan yeri gibi, nasıl desem, önceleri görebilmek için ufka bakmak gerekiyordu. Ardından ilk ışınların ulaşmasıyla, her şey daha netleşmiş, daha kolaylaşmış, daha canlanmış ve ben giderek daha mutlu olmuştum, sonra ömrümün semasının tam merkezinde yerini almış, parlamış, parlamış, parlamıştı.”
Ne de olsa Kavgam esaslı bir itiraf ve hesaplaşma serisi. Hadi o zaman itiraf edelim: “Çoksatar okuru” olmak tüm dünyada kimi entelektüel çevreler ya da bazı edebiyat çevrelerince burun kıvırmalara yol açabiliyor. Sıradan, vasat okur, market kitabı okuyucusu olarak eleştirilebiliyorsunuz. İşte kitabı elime aldığımda en tepesinde kocaman sarı puntolarla yazılı “New York Times Bestseller” cümlesi biraz bu sebeple canımı sıkmıştı sanırım. Arka kapaktaki The National, Times Literary Supplement, The Millions, ya da iç sayfalardaki Guardian, The Times, Telegraph ya da The New Yorker’ın övgü dolu sözlerinden bahsetmiyorum bile. Oysa Knausgaard sıradan bir hayatın tüm detaylarını kelimesi kelimesine anlattığı bu “bestseller”da öyle yerinde saptamalar yapıyor, öyle bilgece sözler ediyor ki neredeyse bir felsefe ya da sosyoloji kitabının bile gün gelip de çoksatar olabileceği duygusuna kapılıyorum. Hatta “niye Knausgaard hayatıma daha erken girmedi ki sanki?” diye hayıflanırken buluyorum kendimi. Knausgaard hayatı olması gerektiği gibi değil de “olduğu gibi” anlatırken edebiyatın tüm inceliklerini kullanmayı da ihmal etmiyor. Felsefi çıkarımlarını ve entelektüel kaygılarını ise okurun gözüne sokmadan, makyajsız olarak, günlük yaşamın sıradan olayları arasında sunuyor bizlere.
“Mevzu eşit doğmamız ve hayatın koşulları neticesinde bu eşitliğin bozulması değildir, tam tersine, eşit olmayan koşullarda doğarız ve hayatın getirdikleri bizi daha eşit kılar. En büyük eşitlik yaratıcı paradır, para bütün farkları ortadan kaldırır ve eğer senin kaderin ve karakterin şekillenebilir birimlerse, para en doğal şekil vericidir.”
Âşık Bir Adam, edebiyat, şiir, tiyatro, sinema ve felsefe açısından da dopdolu, adeta bir yazarlar ve şairler geçidi diyebilirim. Özellikle İskandinav edebiyatını daha yakından tanıma şansı sunuyor okura. Ingmar Bergman ve Friedrich Hölderlin anlatı boyunca özel bir yere sahip ve Knausgaard özellikle ikisinden etkilenmiş görünüyor. Hölderlin’in aşk, idealizm, romantizm ve ütopyanın bu dünyada gerçekten var olabileceğini anlattığı eserindeki Hyperion ve Diotima’nın aşkları gibi, Knausgaard da adeta Linda’nın aşkıyla aydınlanıyor.
Ama Knausgaard’ın aşkı da aydınlanması da adeta o bahsettiği çok nadir görülen ve kimselerin gerçek olduğuna inanamadığı Kırmızı Kuzey Işıkları gibi; kıpkırmızı bir gök, ışık ileri geri dalgalanıyor, çok güzel görünse de sanki biraz kıyamet gününü andırıyor. Knausgaard’da işte böyle dalgalanıyor ve her seferinde kendi içine dönüyor. Aslında asıl istediği de bu zaten: Sadece yalnız kalmak ve yazmak.
Kavgam asıl başarısını “sıradan” hayatlarımızın evrenselliğinden ve okurun kendi hayatının romanını okuyormuş hissine kapılmasından alıyor. Bu yönüyle gerçekten de Proust’un yedi ciltlik ölümsüz eseri “Kayıp Zamanın İzinde” ile benzerlikler gösterdiği söylenebilir. Nasıl ki Proust “Kitabım Combray’daki gözlükçünün müşterilere sunduğu büyütücü mercekler gibi bir şey olacaktı; okurlara kitabım sayesinde kendilerini okuma imkânı sağlayacaktım” diyerek eserini kronolojik bir düzen yerine rapsodik bir düzen içinde sunuyorsa okura; Knausgaard da, tıpkı Proust gibi, sıradan olayları dünyanın en muhteşem mucizesiymiş gibi uzun uzun ve kronolojik bir sıra gözetmeden anlatıyor. Onun çiğnenmiş bir sakızı, marketten bir file patates ve bir sepet taze frambuaz alışını anlatmasını, Proust’un çaya bandırdığı bir parça madleni uzun uzun anlatarak “yaşadığı hayatın, bütün kentin çay fincanından dışarı fırladığını” söylemesine benzetiyorum.
Sonuçta, şüphesiz Knausgaard’ın kişisel kavgası aslında hepimizin yaşam kavgası ve gün gelip torunlarımın da Karl Ove Knausgaard’ın torunlarını tanımasını dilemekten alıkoyamıyorum kendimi.
E hadi, daha ne bekliyorsunuz? Gelin siz de dâhil olun bu evrensel kavgaya.
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (27 Nisan 2017)