Düşüncelere işkence edilen bir çağda yaşıyoruz (James Joyce)
13 Haziran 1971 Pazar günü bir gazetenin ön sayfası… Başka hiçbir gazetede olmayan bir şey var bugün. Yalanın tarihsel bir kaydı, deşifresi adeta… Gazetenin basın özgürlüğünü kullanmasını fırsat bilip yalandan rol çalıp kenardan sahneye fırlamış hakikat. Güneydoğu Asya’nın ormanlarında süren ezici bir savaş hakkında bu haber. Halkın kandırıldığını ve savaşa sürüklendiğini açıklayan ‘insanların bunu bilmeye hakkı var’ diyerek haberi yapan da gazeteci Arthur Ochs Sulzberger. Ya devlet…
Güvenliğin ihlal edildiğini açıklayarak yazının yayımlanmasının durdurulmasını isteyip yargıya taşıyor işi. Kamusal alanda hakikati söylemek çok tehlikeli zira… Sonrasında ne oluyor peki? Tabii ki de hiçbir şey… Ne bu haber ne de aktivist Daniel Ellsberg’in de aralarında bulunduğu muhalifler bu savaşın sona ermesini sağlayamıyorlar. Hakikat ise… Hızlı bir şekilde siyaset sahnesinin dışına itiliptarih boyunca konumlandırıldığı alana gönderiliyor. Ve üstü başka yalanlarla ve korku torbalarıyla kapatılıyor. Bilinçli bir kısır döngü bu… Hannah Arendt, Siyasette Yalan çalışmasını işte bu New York Times’ta yayınlanan Pentagon Belgeleri sonrasında ele alıyor.
Siyaset kavramının ilk defa ortaya atıldığı antik çağın aksine bugün kamusal alan tarihi oluşturan siyasi eylemlerin alanı değil. Tarihi inkâr eden ve siyasi yalanların oluşturulduğu bir alan… Buradan gelen yalanlar, tarihi kayıtları değiştirmek için kasıtlı olarak söyleniyor. Gerçeğin yerini alarak sadece tarihi gizlemiyor bizzat tarihi başlatıyorlar. Arendt’e göre; yalan bireysel maksadını çoktan devredip sadece siyasi çıkarların hizmetine girdi. Propaganda ve manipülasyon aracı olarak… Onun deyimiyle; modern yalanlar bunlar…
İnsan, deneyimlerinden yola çıkmayı terk ettiği için kendi hikâyesini yaratma yeteneğini çoktan kaybetti. Doğruluğunu tartışmadan eklemlendiği başkalarının hikâyesinin kahramanı artık o… Duymak isteyeceği şeyleri söyleyen iktidarların kuklaları… Yalanlarla çevrili dünyanın içinde özgürlük yanılsamasının etkisinde… Yalan karşısındaki kırılgan gerçekten mutlu olmadığı için de onun etki alanından hızla uzaklaşıyor, uzaklaştırılıyor. Sorgulamayı bırakıp ve yaşadıklarına kader diyerek teslimiyetin bayrağını coşkuyla sallıyor. Kabullenişin esaretindeki hikâyesiz yaşamın kahramanları olarak… Kendine söylenen ve sonrasında kendinin de sahiplendiği yalanın dünyasını çok seviyor. Gerçekle hayal ürünü arasındaki ve doğruyla yanlış arasındaki farkı önemsemiyor çünkü. Eyleme yeteneğini yalan söyleyenlere terk ettiği için deboş vermişliğin salınımında oradan oraya sürüklenip duruyor. “…belki gerçek bu şekilde, neden olmasın.”Tam da siyaset sahnesindeki aktörlerin istediği seyirci…
Gücü elinde bulunduranlar… Onlar ise sadece gerçeği gizlemekle kalmayıp, onun yerine bir yalan olduğunu bildikleri bir gerçeği inşa etmeye, üretmeye ve elinde bulundurdukları tüm ideolojik aygıtlarla bunu topluma empoze etmeye çalışıyorlar. Denetleyemedikleri, baskı altına alamayacakları her güçten korkup nefret ediyorlar. Söyledikleri her yalanla bir gerçekliğin üstünü kapatırken, insanı gerçek dünyadan biraz daha uzaklaştırıp, özgürlüğünü suistimal ediyorlar. Bu yüzden hem kolektif vicdanı hem de bireysel özerkliği ihlali eden yalan ortada rahatça cirit atıp çok büyük toplumsal sonuçlara yol açıyor. Siyaseti yalandan kurtarmanın bir yolu yok mu peki? Gerçeği politikacılardan beklememeliyiz diye uyarıyor bizi Arendt. Hakikatin savunucularının siyasetin dışında olduğunu söyleyerek… Onun hakikat anlatıcıları dediği ise; filozoflar, sanatçılar, tarihçiler, tanıklar ve bilim insanları… Edward Said’in kendini sorumlu hisseden entelektüeller olarak adlandırdığı kimlikler… Fakat onlar da bir avuç azınlık…
“Dünya yok olsa da adalet yerini bulsun”
Yalanın tiranlığını nasıl devireceğiz o halde? Hayat bu deyip kabullenişe devam mı edeceğiz? Ya yalanla yazılan tüm o tarihe ettiğimiz tanıklığımıza rağmen bireysel hafızamıza biriktirdiklerimiz… Kralın çıplak olduğunu bilmemize rağmen… Vicdanımızın sesini ne yapacağız? Ya gerçekle çarpıştığımızda… Her şey için geç kalırsak Othello gibi…
Parrhesia, Yunanca’da ‘her şeyi söylemek’ anlamına gelir. Foucault’a göre; parrhesia eylemini gerçekleştirenler kandırma yerine dürüstlüğü, sahtelik ya da sessizlik yerine hakikati tercih eder. Arendt’in yaptığı da budur işte. Hepimizin yapması gereken de… Ama ne Antigone’nin her şeyi göze alarak yaptığı gibi bir başkaldırıyı yapabilme ne de Parrhesia’yı kullanma cesaretimiz var.
Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa,
kendi istediğim gibi konuşup ölmeyi yeğlerim.
Sokrates
Ama… En azından kolektif belleğimizin içine gerçeğin birazcık sızmasını sağlayabilsek… Siyasi çıkarların gerçekleri feda ettiği bu dünyada anlamsızlığın içinde yok olmadan önce… Belki hakikatin yalandan rol çalmasına yardımcı olabiliriz biraz. Belki de… Siyasetin o uzayan burnunu görürüz. Kralın çıplak olması bizim için bir anlam ifade etmediğine göre… Belki bu biraz işe yarar ne dersiniz?
Dünyaya size nasıl davranacağını söylemeniz gerekiyor,
eğer dünya size nasıl davranılacağını söylerse başınız belada demektir.
James Baldwin
Kaynak
https://www.byarcadia.org/post/hannah-arendt-on-the-relationship-between-politics-and-the-lie
https://www.upi.com/Archives/Audio/Events-of-1971/The-Pentagon-Papers
https://foucault.info/parrhesia/foucault.DT1.wordParrhesia.en/
Hannah Arendt, Siyasette Yalan, Çev. İmge Oranlı, Berfu Şeker, Sel Yayıncılık
edebiyathaber.net (6 Kasım 2023)