Yaratıcı yazarlık derslerimde, sıklıkla, kitap değil yazar okumalısınız derim öğrencilerime.
Derslerimiz bir süre ilerlediğinde ise; onlara, “sizin yazarınız kimdir” diye de bir soru yöneltir, bunu yazmalarını isterim.
Geçen derslerimde birinde, Hilâl Zağlı, “Nerdesin?” başlıklı bir yazı yazarak kendi yazarını anlatmıştı.
Okurken, ayna tutmanın ötesinde, uyarıcı da gelmişti bana; hem bir okur, hem de yazar olarak Zağlı’nın dile getirdikleri üzerine düşünedurmuştum bir süre.
Şöyle diyordu Zağlı:
“Feridun Andaç hocamız, gazetedeki ‘Engin Gençtan’dan Bir “Zamane” Sorgusu’ başlıklı yazısında; ‘Engin Gençtan, “benim yazarım” dediklerimdendir’ diye yazmıştı.
Pek doğaldır ki; kişi, birden fazla yazarın satırlarında kendini bulabilir; kanatlanıp uçabilir. Hepsi sizden bir parça olur; bir elin parmakları gibidir, ayıramazsınız onları. Çokturlar; ama hepsini ayrı ayrı izler; seversiniz. Bu durumda onlara, ‘benim yazarım’ yerine ‘benim yazarlarım’ demek daha doğru olmaz mı acaba?
‘Benim yazarım’ ise tektir. Elinde mavi boncuk yoktur. Özeldir; benimdir. Doğamda ‘tek eşlilik’ var. Sevdim mi tam sevmeliyim; ‘benim’ dedimse tam benimsemeliyim.
Benim yazarım:
Şatafattan uzak olmalı; basit, günlük cümlelerle beni vurmalı.
Düşündüğünü olduğu gibi yazmalı; başkalarının ne diyeceğinden korkmamalı.
Kendini de beni de kasmamalı; ‘anlaşılmazlığın içinde anlaşılır’ olma derdinde olmamalı,
Rüzgâra göre yön değiştirmemeli; onu okumalarını önerdiğim kimselere beni utandırmamalı.
Bilmediği kelimeleri yersiz kullanmamalı; ahkâm kesmemeli.
Ukalâ olmamalı; bana talimat vermemeli.
Ayrıntılı betimlemeler yapmamalı; hayal gücüme güvenmeli.
Bana yol göstermeye çalışmamalı; tek doğru yolun kendisininki olmadığını bilmeli.
At gözlüğü ile yazmamalı; ön yargılı olmamalı.
Hoşgörülü olmalı; neden? Niye? diye sormalı.
Ruhumu daraltmamalı; neşe katmalı.
Bilmediklerimi yazmalı; itiraf edemediklerimi saymalı.
Kendini tekrarlamamalı; takılıp kalmamalı.
Pozitif olmalı; sevgi ile bütünleşmeli.
Kavga etmemeli; sükûnetle tartışmalı.
Şaşırtmalı; hayal kırıklığına uğratmamalı.
Akıllı olmalı; düşüncelerini iyi savunmalı.
Hem güldürmeli; hem ağlatmalı.
Hem düşündürmeli; hem boş vermeli.
‘Ben’ dememeli; beni de düşünmeli.
Vefakâr olmalı; kitap bitinceye kadar değil, bir ömür boyu benimle kalmalı.
Benim yazarım! Çok şey istediğimin farkındayım ama, varsın biliyorum. Sadece henüz sana ulaşamadım. Neredesin?
Onu bulana kadar okumayı sürdüreceğim. Hoş, bulursam da her daim okuyacağım. Hem ‘benim yazarımı’, hem diğerlerini. Benim yazarımın özgüveni tamdır; kıskanmaz.
Şimdilik ‘benim yazarım’ yok; ‘benim yazarlarım’ var.”
***
Yazarlarla alışverişimizin taşıyıcı bir yanı vardır. Uyarıcı, gösterici olduğu kadar; hatırlatan, bizi tutkulu, meraklı kılandır.
İşte bizleri o noktaya taşıyan yazarların izinden gider, yapıtlarıyla al-verimizi bir yaşam felsefesini özümsercesine sürdürürüz. Hatırlarım, ilkgençlik yıllarımın tutkulu okumalarında birçok yazarı keşfetmiş, bunların çoğunu da “benim yazarım” kılmıştım. Zamanla uzaklaştıklarım da olsa, onlarla duygu bağım kopmamıştır hiç. Çünkü o zamanımı aydınlatmış, elimden tutmuşlardır.
Elias Canetti’yi 16-17 yaşımda okusaydım dünyasına hiç giremezdim. Ama Jack London o günlerde, tıpkı Canetti’nin bugün yaptığı gibi, sarsalamıştı beni.
Demem o ki, kimi kez, “benim yazarım” benim zamanıma/yaşama anıma göre de değişkenlilik gösterebilir.
Zağlı’nın sıraladığı yazar profiline gelince; okurun da yazarı geliştirdiği, hatta ona zamanla yol/yön gösterdiğini düşündürttü bana. Ama, gene de, derim ki; gazetelerde yazan “yazıcı”larla “yazar”ları ayırmak gerek.
Edebiyattan, hatta “iyi edebiyat”tan söz ediyorsak; sizin yazarınızı seçerken kendinize göre de birtakım ölçütleriniz olmalı, tıpkı Zağlı’nın yaptığı gibi. Ne dersiniz sevgili okurum?
edebiyathaber.net (9 Kasım 2021)