Can Gürses ilk kitabı “En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın”da, yıllar sonra aynı masa etrafında toplanan ve merkezinde güçlü bir annenin yer aldığı bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Aynı zamanda geçmişin ve bugünün, İstanbul’un, evlerin, eşyaların ve yemeklerin hikâyesi…
Gürses’in kitabının beni en etkileyen yanı okumaya başladıktan birkaç dakika sonra saf tutmaya başlamam oldu. Kimi karakteri benimsedim, kimini sevmedim. Hatta karakterlerden birisine öyle samimi bir nefret duydum ki, bütün bir gece rüyamda onunla uğraştım. Adını da saklayacak halim yok: Korkmaz, yukarıda bahsi geçen güçlü (ama ufacık tefecik) anne Edibe’nin büyük oğlu.
Can Gürses’i, YKY’nin Kitap-lık’ı için kitap adlarına ilişkin bir araştırma yaptığı sırada tanımıştım. Ara Kafe’de buluştuk, bana sorular sordu. Edebiyata olan ilgisinin kapsamını da orada hissettim. Sonra bazı yazılarını okudum, bu sefer de Türkçe’sine hayran kaldım. Kitabını bir süredir bekliyordum. Çıkar çıkmaz aldım, hemen okudum, bitirdim ve aileyle çekişmeye başladım.
Şu sıralarda İstanbul’un eski halini, benim daha genç olduğum yıllardaki halini hatırlatan kitaplar çıkıyor karşıma. Ama Can Gürses’in kitabı “En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın”ın tek hedefi/marifeti bizi eski yıllara, o yılların İstanbul’una götürmek değil. Nefis, leziz bir sofra kurduğu halde bu sofra, örneğin, sofralarıyla meşhur ve kitabı “İstanbul Kırmızısı”nda İstanbul’u, geçmişle bugünü iki karakterinin hayatında çakıştıran Ferzan Özpetek’in unutulmaz sofraları gibi bir sofra da değil.
“En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın”ın sofrası, diğer bütün sofralardan ayrılıyor. Her şeyden önce, menüyü oluşturan yemeklerin adları kitabın kimi bölümlerine verilmiş ve bu bölümler sayesinde aile fertlerinin neler düşündüğünü anlıyoruz. Yazar, uzun yıllar sonra bir masa başında bir araya gelen ailenin hikâyesini sadece bu aile fertlerinin ağzından değil, eşyaların gözüyle ve şarkılar vasıtasıyla da anlatmış. Sarışın Duvar, Botticelli Lülesi, Cam Sürahi, Antika Ayna, meramlarını bazen insanlardan daha iyi anlatıyor, hatta daha sempatikler.
İnsanlara gelince, 12 Eylülden sonra yurtdışına gitmek mecburiyetinde kalan Koza, 27 yıl sonra ülkesine, şehrine, ailesine dönüyor. “Yirmi üç yaşındaydın gittiğinde,” diyor kendine. “Sene olmuş 2007. Dile kolay Koza, yirmi yedi… Bu kafiyeli sayı kadardır gözlerin hasretli.” Gerçi zeytinyağlı kerevizin tadı yirmi yedi yıl önce nasıldıysa aynı ama bakalım insanlar da öyle mi? Masada onu seven de sevmeyen de, tanıyan da tanımayan da var. Koza, “Ben bahaneyim o sofrada” diye düşünüyor. Onları bekletiyor da biraz, geç kalıyor. Gene de ilk yemeğe yetişiyor: süt çorbası. Oysa Koza süt çorbası sevmez.
Sonuçta, sarışın duvarın dediği gibi, büyükbaba İhsan bey hariç Deryadil ailesinin tüm fertleri aynı masanın etrafında işte. Aileden sazı ilk eline alan kişi ise, “Süt Çorbası” ile birlikte Semih. “Edibe’nin Korkmaz ve Koza’dan sonraki çocuğu Yılmaz’ın tek çocuğu,” aile içinde pek de sevilmiyor. Herkese adıyla hitap ediyor ama asıl nedeni belki bu değil de, Semih’in sözü olmayışı. Yönetmen babası Yılmaz’a sevgisi var neyse ki. Deryadil ailesinin babaannesi, annesi Edibe. “Bizim ev durmaz, sürekli dans eder. Çünkü evin annesi Edibe’dir. Her anne gibi o da evinde yaşlanmıştır ama yerinde durarak değil.” Sonra Edibe’nin çocukları: Korkmaz, Koza, Yılmaz ve Hicaz. Korkmaz ile ona pek uygun karısı Fikriye’nin çocukları ise Kıvanç, Kor, Mine. Hicaz’ın kızının adı ise Haziran. Hepsinin kendi dertleri, kararsızlıkları, sevgileri var. Kitabın ilk şarkısı da bu bölümde karşımıza çıkıyor. Adı, “Eleni’ye Dair”, Rumca, çevirisi kitabın arkasında.
Masada ve ailede yeni çağın zaman zaman makbul sayılabilen maddiyatçı, çıkarcı, tutucu insan örnekleri
Korkmaz’ın ailesinden. Kor hariç gibi, Mine henüz ortada. Kıvanç hık demiş babasının burnundan düşmüş. İkisinin ortak yanı ise maddiyata, statüye düşkünlüklerinden ibaret değil. Korkmaz ve onu örnek alan büyük oğlu, ruhdaşlıktan, gönüldaşlıktan aciz; kendileri gibi olmayanları küçümsüyor, ama onlardan korkuyorlar da sanki. Edibe, Koza, Hicaz, Haziran, Kor ise içimizi ısıtıyor, çünkü kimileri hayatlarını yaşamasını biliyor, diğerleri ise bu yola sapmaya niyetli.
İlk karşılaştığımızda Can bana, “Kitabın adıyla kitabın kapağı ne derece akrabadır?” diye sormuş. Ben de, “Çok yakın akraba olmaları gerekir diye düşünüyorum. Çünkü biri ötekiyle kendini sunuyor,” demişim. Bir sonraki sorusundaki (“Gündelik dile pelesenk olmuş kitap adları hangileridir?”) “pelesenk olma” deyimi de içimi ısıtmış, öyle demişim. Yanıltıcı bir işaret değilmiş. Gencecik Can Gürses’in nefis Türkçesi, sahiden insanın içini ısıtıyor. Kitabı da adıyla ve kapağıyla uyum içinde. Buyurun Can’ın sofrasına, afiyetler olsun. Oturduğunuza pişman olmayacaksınız.
Edinburgh, Black Medicine Café:
Edinburgh’ta, soğuk sözcüğünün yanında sıcak kaldığı bir havada yaşadığım aylarda, odamdan çıkıp iki adımlık yeri aşıp üçüncü adıma cüret edince çoğu, sokağın ortasında donup kalıyordum. Donmak istemediğim günlerde buraya gelirdim. Müzikler içimi ısıtırdı. Garsonlardan biri TheCure bağımlısıydı. Camın hemen önündeki, ağaç gövdesinden yapılma yüksek sandalyelerden birine oturur, sokağa baka baka yazardım. Hemen her zaman hasta olduğum için hep oralet içerdim. Bir gün zencefilli bir gün ballı. Çayın yanında minik bir kurabiye gelirdi. Bazen çikolatalı bazen vanilyalı. Şansıma vanilyalı çıktığı günler, dünyalar benim olurdu. (Can Gürses‘in sitesinden)
Sevin Okyay – edebiyathaber.net (3 Mart 2014)