İnsanlık tarihinde sanayi devrimi bilindiği gibi çok önemli bir eşik olarak kabul edilir. İngiltere 18. yüzyıl sonunda sanayi devrimini gerçekleştirdiğinde, kırsal hayatın da kent merkezlerine akarak, dağılan çözülen yaşamları dayattığını söylemeye gerek yok. Hemen burada akla bir soru geliyor; uygarlığın beşiği olarak kabul edilen Avrupa, sanayi devrimiyle birlikte nasıl bir yoldan geçmiştir?
Konu tümüyle, bu yol ve ardında sakladıklarından çok, ilintileriyle ilgili. Zira Virginia Woolf, Londra Manzaraları’nda, 20. yüzyılın ilk yarısındaki Avrupa’nın uygarlık halleriyle ilgili bize oldukça fazla bilgi veriyor. Avrupa derken, öncelikle İngiltere’yi kastediyoruz elbette. İngiltere’den yola çıkarak diğer ülkelerin de benzeri süreçlerden geçtiğini anlamamız zor olmadığından… Woolf’un yazıları ise, tümüyle başkent Londra üzerine şekillendiğinden, kendiliğinden oluşan soruların yanıtlarını da içinde gizliyor.
Yüreklerde hep aynı acı…
Zira “bir tarafta, rutubetli tütünlerden oluşan devasa variller, yaldızlı kağıtlar içinde uzanan, sayısız sigarayla beraber dertop edilmiştir.” Öyle bir ihtiyaç patlaması olmuştur ki, makinaların başlarındaki işçiler harıl harıl bu ihtiyaçları karşılamak için uzun saatler boyu çalışırlar. “İri yün balyalar, ince yelek ve yumuşak çoraplara dönüştürülmüş, kuzuların kalın postlarındaki yağlar, burada hassas ciltler için kokulu kremler haline getirilmiştir.” Ama yüreklerde hep aynı acı vardır. Çünkü şehir değişmiştir. Yaşanan bu değişimle birlikte, “akıl, tüm etkileri toplayan, yapışkan bir tabaka oluverir ve Oxford Caddesi, bu tabakanın üzerinde, değişen manzaraların, seslerin ve hareketlerin hiç kaybolmayan kordonunu bir yumak haline getirir. Toprak insanların suratlarına çarpar ve can yakar; motorlu otobüsler kaldırımları yalayıp geçer, ağız dolusu bir mızıkanın ezgileri; gittikçe azalan bir ses akımına dönüşür…”
Oxford Caddesi’nden duyulan sesler…
Londra Manzaraları’nda Woolf’un, sadece kentin sosyal-kültürel karmaşasını betimlediği yönünde basit bir çıkarsama yapmıyoruz elbette. Ancak Woolf, yazılarında farklı temaları işlese de, temel izleğini Londra üzerinden biçimlendiriyor ki, bu da bizi bir kentin ekonomik, sosyal, kültürel haraketelerine dikkatle bakmaya yönlendiriyor. Zira herşey de bu kentte olup bitiyor. Bir mahşer yeri gibidir Londra, “otobüsler, kamyonlar, arabalar, el arabalarının akışı tıpkı bir bulmacanın parçalarıymış gibi geçip” giderler. Sanki erken dönem bir 21. Yüzyıl kent tanımlaması yapıyor gibidir Woolf. Ve Oxford Caddesi’nde duyduğu sesler dokunaklıdır. “…Hepsi gerçek, hepsi de yaşamını devam ettirebilmek, kalacak bir yer bulabilmek, sokağın acımasız gelgitlerinde çaresizce bir kenarda ayakta durabilmek için…” çabalamaktadırlar. Woolf’un duyurduğu sesin, bugüne doğru ilerleyerek yoğunlaştığını hissederiz. Karmaşa ve yıkımın içinde dönenen insanların ruhsal sefaleti ileri boyutlara ulaşmıştır. Kent yıkılıp yıkılıp yeniden inşa edilirken, Dickens, Johnson, Carly, Keats nasıl bir yaşam sürdürmektedir? Bu yangın yerinde sıradan olmayan kişiliklerin dünyasına bakan Woolf’un asıl derdi insan ruhunun derinlikleridir.
Woolf’un seçilmiş yazılarından oluşan Londra Manzaraları, onun yazar kişiliğiyle ilgili işaretlerle dolu. Woolf’u daha iyi anlamanın yolu biraz da bu yazıları okumakla gerçeklik kazanır dersek abartmış olmayız. Zira Woolf; olayları, mekanları… betimlemenin çok ötesine geçerek anlatmıyor sadece, düşünme, duyumsama biçimini açık ederek öyle analizler yapıyor ki, bu analizleri kitaplarının konusu için açılmış parantezler olarak da görmek mümkün. Dolayısıyla, kent meydanlarında, caddelerinde görünür hale gelen hiçbir yaşamı ve olayı es geçmiyor Woolf; onları bulundukları yerin çok ötelerine kadar giderek takip edince de, aile kavramı, evlilik, çocuklar, karı-koca, kurallar, gelenekler… gibi olgulara el atıyor.
Karmaşa ve insan ruhu…
Bir karmaşa yumağının içinde dönenip duran insan ruhunun peşine takılıyor daha çok. Yorgun, kendini kaybetmiş bu ruh, -biraz da- huzur bulmak istiyor. “Peki, öyleyse bir insan, güven ve huzur bulmak için ölülerin uyuduğu, dinlendiği başka nereye gidebilir Londra’da?” Woolf’un, yirminci yüzyılın ilk yarısının Londra’sında huzur bulmak için oyun alanlarını ve mezarlıkları işaret etmesi ilginç! Tabii bir de, limanlarla, parlamento var. Woolf’un kültürel, siyasi, ekonomik… hayatın temel alanlarını özellikle baz aldığı gözden kaçmasın! Bir de toplumsal cinsiyet konusu var tabii. Bütün bu alanlara bakarken kadının sıkışmış yaşamıyla ilgili altını çizdikleri çok önemli. Daha da önemlisi, kitapta yer alan seçilmiş yazılarda bazen öne çıkan, bazen de satır aralarına gizlenen yeni düşünce özleri.
“Biz, insanlık olarak, vücudumuzun öylece tele yapışık kalmasında ısrar ederiz… Gözlerimizi ve kulaklarımızı söndürürüz; fakat artık bağlamışızdır bedenimizi; bir şişe ilaçla, bir fincan çayla, yanan bir ateşle, ahırın girişinde bir ekin kargası gibi; bir kargası ki hala yaşayan, o uzun tırnaklarını ahırın kapısına saplamış gibi…
Londra Manzaraları’nı, Woolf’un eserlerinin izdüşümü olmasının yanında, onun düşüncesini şekillendiren temel unsurların neler olduğunu anlamak için okumakta fayda var.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (3 Kasım 2017)