Söyleşi: Aynur Kulak
Sona Ertekin yeni romanı Her Şey Dans Ediyor’da gerçek dünyada fantastik adımlar atarak kurduğu evrene bizi davet ediyor. Davet edildiğimiz dünyada müzik, dans, renklerle bambaşka bir hikâye bizi bekliyor.
Hacettepe Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okuduktan sonra, yüksek lisansını sinema ve televizyon alanında yapmışsın. Bu süreçler sonrası perspektifini çok geniş tuttuğun hakikatli bir yolculuk başlıyor senin için mesleki hayatından. Edebiyatın odaktan hiç çıkmadığı hayat yolculuğunu nasıl anlatırsın? Mesela edebiyat sevgine katma değeri en yüksek olan dönemin hangisiydi?
Belki kulağa komik gelecek ama edebiyat annemin hamileyken henüz anne karnındaki bana kitap okumasıyla başlamıştır benim için. Daha okumayı sökmeden geceleri bana okuduğu Martı Jonathan Livingston’ın hatıralarımda hâlâ büyüleyici bir yeri var. Büyük, engin bir boşluk. Rüzgâr ve kanat sesleri… Annemle babamın yatağının başucunda kocaman bir kütüphane vardı. Onların yatağını işgal ettiğim zamanlarda uzandığım yerden kitap sırtlarına bakardım. Salah Birsel’in Boğaziçi Şıngır Mıngır kitabı neşelendirirdi beni. Rengârenk desenli, eğlenceli bir sırtı vardı. Tagore’un Büyüyen Ay’ı ise yüreğime gizemli bir korku salardı. Sırf bu yüzden daha edebiyat okumaya başlamadan, küçük yaşta pek çok yazarın ve kitabın adını ezbere bilirdim. Okuyan bir ailede büyümenin zenginliğini hep yaşadım. Dedemin tavanlara kadar uzanan rafları kitaplarla dolu müthiş bir çalışma odası vardı. Annem de küçük yaştan itibaren beni hiç kitapsız bırakmadı, hep doyurdu. İlyada’dan Masalın Aslı’na, Fedor Amca’dan Noktacık ile Anton’a hep şahane kitaplar vardı elimin altında. Ortaokulda hız kesen bu okuma dalgası lise yıllarımda tekrar alevlendi. Rock müzik ve The Doors saplantımla birlikte Beat Kuşağı ve Varoluşçular hayatıma girdi. Bunun yanında Anais Nin, Baudelaire, Rimbaud, Salinger, bolca çeviri edebiyat ve delicesine Hayalet Gemi! Hayalet Gemi dergisinin bendeki etkisi belirgindir, şimdi düşünüyorum da ne şanslıymışız, böyle bir dergi varmış zamanımızda. İşte bu dönem, yani bir yandan kolejde lise öğrenciliği bir yandan Ankara, Yüksel Caddesi’nde sokak serseriliği yaparken kitapları okumak ne kelime, adeta yiyip içtiğim, her daim parkamın cebinde kitap taşıyıp haftada en az iki üç kitap okuduğum lise yılları okur olarak en çok beslendiğim ve şekillendiğim dönemdir.
Her Şey Dans Ediyor’u yazmak adına seni masanın başına oturtan meseleler, sebepler nelerdi?
Yine komik bir cevap olacak ama, annemin Muğla’nın bir kıyı köyündeki evinde bir komşusu vardı. Kadıncağız uğursuz eşinden öylesine bezmişti ki bir gün avluyu hortumla yıkarken “Bu dünyaya bir daha da asla gelmeyecem!” dediğini duydum. Bir insanı sadece hayatından değil, tüm hayatlarından, reenkarnasyondan bile bezdirmek mümkündü demek ki. Bunun tam tersi bir senaryoda öyle mutlu bir beraberlik hayal ettim ki bu iki insan yeniden dünyaya geldiklerinde başkalarıyla vakit kaybetmeden hemen birbirlerini yeniden bulmak istesinler. Ama reenkarnasyonun temel kuralı icabı farklı bedenlerde, belki farklı ülkelerde, farklı yaşlarda, farklı sosyal katmanlarda, hatta farklı çağlarda reenkarne olabilirler. Peki bu durumda birbirlerini nasıl bulacaklar? Asıl çıkış noktası buydu sanırım. Arkasından da şu soru geldi, ortada tek bir dağın olması onun farklı açılardan bakıldığında tamamen farklı manzaralar yaratabileceği gerçeğini değiştirmiyor. Peki bu ortadaki yükseltiyi bir ilişkinin yıllar içinde katman katman birikerek yükselen dağı olarak düşünelim. İki insanın geçmişe yönelik hafızası birbirinden tamamen farklı manzara tasvirleri ortaya çıkarabilir. Hikâyemiz ortak olsa da senin hatırladığınla benimki tamamen farklı olabilir. Dolayısıyla diğer temaların da ötesinde bu kitap temelde hafıza üzerine diyebilirim. Aslında bugünkü perspektifimiz geçmişe bakışımızı da değiştiriyor. Geçmişe dair bugüne dek kurguladığımız bir hikâye bugünümüzdeki bir kırılmayla tamamen değişebiliyor. Sanki birileri zamanda geri gitmiş ve her şeyi değiştirmiş gibi… Toz pembe kurguladığımız bir geçmişin karanlık gölgeleriyle ya da acı dolu kurguladığımız bir geçmişin sevgi ve şefkat dolu olduğu gerçeğiyle yüzleşebiliyoruz. Şimdiye yaklaşımımız geçmişi de etkiliyor, geleceği de.
70’lerden -ve 2000’lerin başından itibaren özellikle- günümüze kadar geldiğimizde teknolojik, toplumsal, kültürel ve hayatı algılayış, yaşam tarzları anlamında inanılmaz derecede bir değişim var. Aynı şekilde ciddi bir kutuplaşma dönemi de söz konusu. Değişim, dönüşüm ve kutuplaştırılma gibi tüm unsurlarıyla toplumsal ve bireysel gerçekçi bir roman diyebilir miyiz Her Şey Dans Ediyor için?
Bizim toplumsal tarihimiz kutuplaşmalar ve kırılmalarla dolu zaten. Kitabın bir kısmının geçtiği 1972 yılı dünyada 68 kuşağının getirdiği bir özgürlük havası, rock’n’roll ve disko kültürüyle anılıyor ama aynı dönemde Vietnam savaşı da sürüyordu. O yıl toplam 70 ülke biyolojik silahların kullanımını onaylayan bir sözleşmeye imza atmıştı mesela. Türkiye’de ise 72’yi Kızıldere katliamıyla, Deniz’lerin idamıyla hatırlıyoruz. Dolayısıyla o dönemin gençliğinde bir kırılma yaşandığına inanıyorum. Birileri diskoteklerde dans ederken birileri de hapishanelerde işkence görüyordu. İmkânı olanlar ‘siyasi’ olmasın diye çocuklarını yurtdışına gönderiyorlardı. Ben buna yargılayıcı ya da suçlayıcı şekilde yaklaşmıyorum, herkesin tarihte kendine göre bir rolü vardır ama bu çelişkinin nasıl yaşandığını hep merak etmişimdir. İşte bu kırılmayı kitaba yansıtmaya çalıştım. Tarihte baskının en güçlü hissedildiği dönemler özgürlükçü hareketleri ve sanat akımlarını da besliyor. Alt kültürlerin doğmasına sebep oluyor ki bu da önemli.
Peki ya 2000’ler? Kitabın daha büyük bir kısmı da 2015 yılında geçiyor sanırım.
Evet, kitabın yakın tarihli kısmının 2015 yılına denk gelmesi de tesadüf değil. Türkiye’nin ilk pole dans stüdyosu WOW 2013 yılında açılmıştı ve Gezi de aynı yıl içinde yaşandı. 2015’te yani muhafazakar bir hükümetin yaklaşık 13. yılında pole dans kültürü kendine çoktan güçlü bir yer edinmiş ve yeni yeni stüdyolar açılmaya başlamıştı. Alt kültürler benim hem ilgi hem de yaşam alanım, dolayısıyla bu konuya önem veriyorum. Disko da pole dans da çıkış noktasında birer alt kültürdü ve zamanla her alt kültür gibi yaygınlaşarak ve evrim geçirerek ana akıma taşındı. Ben hikâyemi konumlandırmak için pole kültürünün henüz o kadar yayılmadığı, alt kültür niteliği taşıdığı yılları tercih ettim. Ama Türkiye’nin içinden geçtiği toplumsal iklimde, kadın haklarının ciddi hasarlar aldığı, kadın cinayetlerinin ayyuka çıktığı bir dönemde pole dansın böylesine güç kazanması bence önemliydi. Pole stüdyosu kadınlar için kendilerini güçlü ve ait hissedecekleri, şiddetle bastırılan dişil özgürlükleri canlandırıp kutlayabilecekleri bir sığınaktı.
Kitapta bir de Türkiye rekoruna hazırlanan serbest dalgıç karakterimiz var. Yani oksijen tüpü kullanmadan tamamen kendi nefesiyle dalış yapıyor. 2015 yılında Türkiye’de serbest dalış şampiyonaları da yeni yeni yapılmaya başlamıştı.
Sorumuza dönecek olursak, evet, kutuplaşma her zaman var ama ben tarihin doğrusal olarak değil, spiral ilerlediğine inanıyorum zaten. Tarih tekerlekten ibarettir. Dolayısıyla her kutup bir noktada kendini karşıt konumda bulacaktır elbet.
Çok karakterli bir roman Her Şey Dans Ediyor. Kendiliğinden mi oluştu bu durum? Bir karakter diğerini mi elinden tutup getirdi mesela ya da öyle kozmopolit, sınıfsal katmanlarıyla öyle çeşitli bir toplumuz ki böyle olması, kadronun geniş olması bir tesadüf değil miydi?
İçinde fantastik öğelerin ağırlıkta olması bu kitabın toplumsal ya da gerçekçi unsurlar içermediği anlamına gelmiyor. Dolayısıyla bu tespit için öncelikle teşekkür ederim. Yazarken fantastik edebiyattan ve macera unsurlarından özellikle besleniyorum çünkü bu türlerin kurgusal yapısı okuru bir yolculuğa çıkaran, merakla finale sürükleyen nitelikte. Ben de okuru içine alacak, sarıp sarmalayacak bir okuma deneyimi yaratmak istiyorum. “Aslında okumak istediğim kitabı yazmaya çalışıyorum” diyebilirim. Son yıllarda beni etkileyen kitaplar ve yazarlar da bu yönde zaten. Örneğin Up Jumps The Devil (Michael Poore) –henüz çevirisi yapılmadı ve ben bu çeviriye talibim!–, Kuyruk (Christopher Moore), Kovboy Kızlar da Hüzünlenir (Tom Robbins), Her Yas On Sekiz Ay Sürer (Annie Hartnett), Bir Şey Olduğu Yok (Kevin Wilson). Sözünü ettiğimiz macera ve fantazya unsurları daha çok yapısal bir çerçeve ve yaratıcı bir özgürlük veriyor bana. Bu sayede içinde yaşadığımız çağı, ülkeyi, insanları daha mizahi ve kucaklayıcı bir şekilde inceleyebiliyorum.
Bunu yaparken mizaha da başvuruyorsunuz aslında.
Evet, mizah benim için önemli… Bizim edebiyatımızda belki ezilenler ve emekçiler var. Belki mavi yakalılar, beyaz yakalılar da var ve hepsi olmalı elbette, hepimiz olmalıyız bu bütünde. Ama bunların arası, dışı ya da kenarı yok. Oysa sistemin kenarı diye de bir şey var. Oralarda var olmayı tercih eden insanlar var. Benim tanıdığım hiç kimsenin yeterince temsil edilmediğini düşünüyorum edebiyatımızda. Çarpıcı toplumsal trajedilerin kahramanları olmasalar da onlar da bu çağın, bu ülkenin, bu büyük resmin bir parçası ve belli klişelerin dışında da temsil edilmeyi hak ediyorlar. Ömür boyu alt kültürlere âşık bir insan olduğum için hep burnumuzun dibinde olup da edebiyatımıza yansımayan karakterlere yer vermek istiyorum. Bu hikâyeler var ve bizim. Bir de şu var ki, kitabın kurgusunu hazırlarken çok yakın bir dostum bana “bundan üç kitap çıkar, böyle şey olmaz, azalt bunu” demişti. Dolayısıyla farklı hikâye eksenlerinin olması da karakterlerin sayısını ister istemez çoğalttı. İşin içine reenkarnasyon girdiği zaman bir karakterin farklı çağlardaki farklı versiyonları da devreye girdi. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, pavyon çalışanı, sevgili pavyon bireyimiz Ankaralı Ebru olmasa bu kitap çok sıkıcı bir kitap olurdu! Ona bayılıyorum, çok güçlü, asla eyvallahı olmayan, benzersiz bir kadın ve hepimize ilham veriyor. O sahneye çıktığı anda yanarlı dönerli fişekler patlıyor, ortaya meyve tabağı geliyor, her şey renklenip canlanıyor ve ben ister istemez gülümsüyorum.
Kadın karakterlerin varlığı hikâyenin yönünü de belirliyor. Ayza, Özge, Ankaralı Ebru. Hatta varlığı bir gölge gibi hikâyenin içinde dolaşan Suzan. Farklı kesimlerden farklı kadın karakterler her şeyin farkında. Hiçbir şeyin kutuplaştırılmaması gerektiğini, özellikle de cinsiyetlerin kutuplaştırılamaması gerektiği özgür bir dünyayı savunuyorlar.
Suzan hakikaten de bir hayal, bir gölge gibi dolaşıyor kitabın içinde, bu benzetme çok hoşuma gitti. Cinsiyetlerin kutuplaştırılmadığı bir dünyada yaşamak istiyorsak öncelikle cinsiyetleri kutuplaştırmaktan vazgeçmemiz gerekir. Bunun ilk adımı da kendi içimizdeki cinsiyetçi bakış açılarını görmek ve onları dönüştürmek… Kerim zaten 70’lerde yaşamış bir karakter olarak çok daha farklı bir dönemin insanı ve o çağın eril körlüklerini ve açmazlarını yaşıyor. Günümüze geldiğinde de bazı durumlar ve güçlü kadın karakterler karşısında sudan çıkmış balığa dönüyor elbette çünkü çağımızın genç kadınları artık o numaraları yemiyorlar, o manipülasyonlara gelmiyorlar, kendilerini ezdirmiyorlar. Öte yandan ortak ve eşitlikçi bir varoluş peşindeyken sürekli erkeklere öfkelenmek ve onları suçlamak da çok ham ve toy bir yaklaşım artık. Dolayısıyla herkes için iyiyi ve güzeli ararken suçlama ve etiketlemeden ziyade görmeye, anlamaya, görünür kılmaya, dönüştürmeye odaklanmak gerekiyor. En önemlisi de ataerkil diyalektiğin dışında bir iç bakış ve özdeğer geliştirmek. Yeni eril ve dişil varoluş biçimlerini keşfetmek…
Bu anlamda Kerim ve Emre iki farklı erkek ve iki farklı ilişki biçimi sunuyor bize aslında.
Evet, Kerim her şeyi kendi dünyasına göre anlamlandırma ve sahiplenme eğiliminde ki bu anlamda bir hayal dünyasında yaşadığı ve özünde çok çok yalnız olduğu söylenebilir çünkü hassasiyetini, kırılganlığını, gerçekliğini yaşamamak için hep üretilmiş yüksek duygular, üretilmiş aşklar, üretilmiş acılar peşinde. Tam bir drama queen! Emre ise gerçekliği, durumları ya da karşısına çıkan insanları kavanozlayıp rafa kaldırmak yerine onları keşfetmeye çalışıyor. Bir insanı olduğu gibi sevebilmek, kontrol etmeye çalışmamak ve kendi olma özgürlüğünü ona verebilmek… İşte Emre’nin meziyeti de bu ve bildiğimiz ilişki biçimlerinin, sevme biçimlerinin dışında bir alternatif sunuyor bize. Aşkın imkânsızlık ve acı çekmek anlamına geldiği anlatısını yıkıp yerle bir ediyor ve en çok ihtiyacımız olan da bu zaten.
Ailesinde koşulsuz bir sevgi ya da onay bulamadığı için aşkı o onayın peşinde koşmak, onu kovalamak sanan bir neslin içinde büyüdük. İnsanlar karşılarında kaçmayan, mevcut olabilen bir kadın ya da erkekle karşılaştıklarında paniğe kapılıyorlar. Aşkta sportif avcılık ilk bakışta heyecan verici ve tehlikeli görünse de aslında korunaklı bir alan çünkü türetilmiş ve dramatize edilmiş duygulara dayanıyor. Asıl risk ve macera ise karşılıklı mevcut kalabildiğinde başlıyor. Kaplan yavruları savaşmayı öğrenmek için oyun oynarlar, kendi aralarında dövüşürler. Ergenlikte deneyimlenen ve ilişki biçimlerini keşfettiğimiz aşk oyunları bütün bir ömre yayıldığında da asla büyüyemeyen insanlarla karşılaşıyoruz. Oysa büyümek için bazı gerçek riskleri almak gerekir. İlk ciddi tehlikede kaçmak yerine sorunları çözmek için mevcut kalma cesaretini göstermek. Sonuçta insan kendi kendine gelişemez, ancak çeşitli insan ilişkileri içinde olgunlaşabilir.
Özge ve Ayza da zıt karakterler ama bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlar sanki.
Çok doğru. Özge ve Ayza, günümüzde insan ve kadın olma sorusuna taban tabana zıt yaklaşımlar getiren kadınlar. Birbirini adeta tamamlayan bu ikilinin hayatta kalma stratejileri birbirinden çok farklı. Özge sınır koymakta güçlük çeken biri ve kırılganlığını, yumuşaklığını adeta bayrak gibi, onur nişanı gibi göğsünde taşıyor ama zamanla öğreniyor ve öğretiyor kendine sınır bilgisini. Ve sağlıklı bir dış kabuk geliştirebildiğinde kırılganlığından, yumuşaklığından ödün vermesi gerekmediğini de keşfediyor. Kerim’le olan ilişkisindeki Özge ile Emre ile ilişkisindeki Özge çok farklı! Ayza ise çok güçlü olmak, çok güçlü görünmek adına kendini fazlasıyla sertleştirmiş bir kadın, gerçek bir savaşçı ve sadece kendisi için değil tüm klanı adına savaşıyor, ona kesinlikle ihtiyacımız var. Fakat aynı zamanda bunun çok yalnızlaştırıcı bir ego biçimi olduğunu da keşfetmek zorunda kalıyor. Kendini tanımladığı ve kalıpların dışına taştığı her şey onu biraz da kısıtlıyor aslında. Kalbini korumak için inşa ettiği surların ardında yalnız kalıyor çünkü sadece ordusu ve askerleri var yanında. Diğer hiç kimse ona yaklaşamıyor çünkü alev topu gibi. İşin ucunda ölüm tehlikesi var!
Müzikler romanın en önemli unsuru, bir tür ifade biçimi olarak hikâye boyunca eşlik ediyor bize. Kitapta geçen şarkıları dinlemek adına bir kare kod da paylaşılmış. Duygularımızın ifadesi adına, düştüğümüz yerden bizi kaldırması adına müzik en güçlü sanat dalı sanırım, ne dersin? Mesela romanda geçen “Şarkı Temizleyici” ayrıntısını biraz bu taraflarıyla da okudum ve düşündüm. Müzik hiç kaybolmayan ses olarak aynı zamanda bir temizleyici gerçekten, ne yaşanırsa yaşansın sağlam bir revize edici unsur.
Bu kitap aslında hafıza üzerine demiştik ya… Hafızayı en hızlı ve en güçlü şekilde tetikleyen duyular da önce koku, sonra işitme. Diyelim ki bir şarkı var çok sevdiğimiz. Bu şarkıyı sevdiğimiz biriyle en mutlu günlerimizde dinledik ve şarkı pozitif bir anlamla yüklendi. Sonra bir sebeple şarkının anlam yükünün değiştiğini varsayalım. Diyelim ki şarkıyı birlikte deneyimlediğimiz kişiyi bir şekilde kaybettik ya da onunla ilgili acı dolu deneyimler yaşadık, o şarkıya eşlik eden. Böylece şarkı negatif anlamla yüklenmiş, yani kirlenmiş oldu. İşte “Şarkı Temizleyici” bu noktada devreye giriyor. Negatif ve pozitif tüm anlamlardan arındırarak şarkıyı temizliyor. Böylece şarkıyı geri almış oluyoruz ama şarkıyla ilgili güzel anılar da yok olup gidiyor… Şarkı temizleyiciyi ilk kitabımdaki kitap dedektifine eşlik edecek bir fikir olarak tasarlamıştım ama orada tam yerini bulmadı ve bu kitapta kendine yer açtı.
Aslında Arızanın Merkezine Seyahat de çok müzikli bir kitaptı.
Kesinlikle! Müzik hayatımda önemli bir yer kapladığı için kitaplarıma da yansıyor sanırım. Ama Her Şey Dans Ediyor doğası gereği dansla ve müzikle daha da yoğun bir şekilde bütünleşti. Şarkı Temizleyici ise tamamen hafızaya ve anılara yaklaşımımızla ilgili. Tatlı anıların üzerine acı dolu duyguların eklenmesini ne kadar kabullenebiliriz? Geçmişi kurgulamadan, acıları dramatize etmeden yaşayabilir miyiz? Acı dolu hatıraları hafızamızdan silip attığımızda beraberinde neleri yitiririz? Mutluluk ve acıyı, sevgi ve öfkeyi, hem insanları hem de kendimizi idealize ettiğimiz ve hiç sevmediğimiz yanlarıyla bir bütün olarak kabul edebilir miyiz? Bu onayı ve güveni kendimize ve başkalarına verebilir miyiz? Bir şarkıyı, bir günü, bir insanı, kendimizi her gün yeniden tanıyıp sevebilir, ona tüm renkleri ve karanlıklarıyla yer açabilir miyiz?
Uzun yıllar radyo programcılığı yapmış, uzun yıllar seyahat yazıları yazmış, çevirmenlik yapmış, yerküre kadar deniz küreyi de bilen, dalışlar yapan biri olarak umudun var mı? Umutsuzluğa düştüğün anlarda seni en çok motive eden şeyi de merak ediyorum.
Umutsuzluğa kapılmak gibi bir lüksümüz olduğunu düşünmüyorum, umutsuzluk çok adem-i merkeziyetçi ve ben merkezci bir yaklaşım gibi geliyor bana. Kolektife inanan hiç kimsenin umutsuzluğa kapılması, daha doğrusu umutsuzlukta yerleşip orada kalması söz konusu olamaz. Umutsuzluk bir ruh halidir neticede, bir duygu durumunun sonucudur ve duygular geçicidir. Durumlar, olaylar ve koşullar da geçicidir. Umutsuzluğa kapılmak olumsuz bir durumun sonsuza dek süreceği varsayımını içerir. Aç kalan bebeğin ölüm korkusuna kapılıp ağlaması gibi oysa annesi yanında ve bir metre ileride… Üstelik geleceği belirleyen sadece biz değiliz. Bu dünyada milyonlarca insan ve çok fazla faktör var. Sizin çözemediğiniz pek çok sorunu çoğunlukla zaman çözer ya da tarih çözer. Yıkar, yakar, değiştirir. Umutsuzluk kendi yaşam süremiz içinde her şeyin istediğimiz gibi olmayacağından kaynaklanıyorsa şunu hatırlamalı ki bu gezegende insanlık yok olduğu anda kendini hızla toparlayıp her yeri ele geçirebilecek bir bitki örtüsü ve hayvanlar var. Veya biz öldükten sonra yeni neslin gezegenin tüm kaderini hızla dönüştürecek siyasi ve teknolojik adımlar atıp atmayacağını bilemeyiz. Dolayısıyla evet, zaman zaman umutsuzluğa kapıldığım anlar olur ama orada kalmamaya gayret ediyorum. Bunun ne bana, ne sevdiklerime, ne de dünyaya faydası var.
Tıpkı umutsuzluk gibi umut da bulaşıcı aslında.
Çok doğru. Eğer o ânımı, o günümü umutla güzelleştirebiliyorsam bunun yaratacağı kelebek etkisine inanırım. Umutsuzsam da ruh halim değişene kadar kimseye bulaşmadan kabuğuma çekilmeyi tercih ederim zaten. Elinden küçücük de olsa bir şey geliyorsa onu yapmak umutsuzluğun ilacıdır çoğu zaman. Ve tabii sevdiğin şeyleri yapmak. Akıl sağlığımı, ruh sağlığımı korumak için umutsuzluk gibi sevimsiz şeyleri üreten zihnimden kaçmanın en garantili yolu olarak çoğu zaman bedenime ve doğaya sığınırım. Beden hareket ettiğinde ve ana döndüğünde zihin susar. Spor, dans, meditasyon ve doğada olmak insanı iyileştirir. Zihni felaket sarmalından kurtarmak için onu acı yüklü olmayan kitaplar, filmler, hikâyelerle beslemek iyi gelir. Bazen sadece dinlenmeye, yemek yemeye, su içmeye ve uyumaya ihtiyacımız vardır. Tıpkı sırf uykusuz ya da aç olduğu için kıyametleri koparan bir çocuk ya da bebek gibi. Arada sırada kendimize bebek gibi bakma, dinlenecek korunaklı bir yer, yiyecek, su, dinlenme ve uyku verecek lüksümüz varsa yaşadığımız dünyada bu bile büyük bir şans, büyük bir ayrıcalıktır.
Her Şey Dans Ediyor Spotify linki:
Arızanın Merkezine Seyahat Spotify linki: