Dünya yaşanmaz bir hâl aldı sonunda. Bu ifadeyi geçmişte de hep kullanırdık ama hiç bu denli gerçekçi olmamıştı sanırım. Salgın dönemi başladığında bu karantina sürecinden hiç rahatsız olmamıştım. Günlük koşturmalarımın azalacak olması, bünyeyi bir miktar dinlenmeye almam mutlu da etmişti. Hatta zorunlulukları çıkarınca zaten karantina bir hayatım varmış, diye de dillendirdim birkaç defa. Kitaplarım bana yeter, diyerek kapanmıştım evime. Fakat süreç umduğumuzdan uzun sürdü. Ve görünen o ki daha da sürecek. Tamam, kitaplardan şikayetim hala yok, böyle yaşamaya devam da edebilirim, itiraz etmiyorum ama geçen yılı da özlemedim desem, yalan olur. Çok sık olamasa da arada bir, bir arkadaşla kısa zamanlı da olsa bir araya gelebilmeyi özledim. En önemlisi tedirgin yaşamamayı özledim. Yüzümde maske, elimde dezenfektan… Yaşamın her anı kısıtlı ve tam dikkatli… Peki, daha ne kadar? Ne zamana kadar? Yaşadığım yeri değiştireyim, diyorum da nereye gideyim? Üzerine bir de deprem eklendi bugün!
Maskanunka Adası diye bir yer varmış. Gitsem kabul ederler mi? Y gibi ben de okuduğum kitapla düş dünyasına dalmışım. Kendimi Maskanunka Adası’nda buldum. “Sonsuzluk Kütüphanesi”nde…
“Sonsuzluk Kütüphanesi” Mavisel Yener’in Tudem etiketiyle yayımlanan son kitabı. Son kitabı derken umarım yanılmıyorumdur. Çünkü zaman zaman okuma hızım, Yener’in ve Yenergillerin yazma hızına yetişemiyor.
Kitabı okumaya başladığımda Adnan Saraçoğlu’nun kitapla ve yazarla ilgili şu sözleri düştü hatırıma: “Bir, edebiyata demincek girmiş yazarların heyecanla, sevdiği yazar ve kitapları çalakalem saçması var, bir de edebiyatla nefes ala vere içinde kona göçe demlenen iyi yazarların kitap içine kitap, karakter üstüne karakter kakması, kitabın okuruna birçok kitap ve yazar penceresinden el sallaması…” Bu sözlerin etrafında okudum kitabı ve okurken gördüm ki daha iyi tanımlanamazdı bu kitap. Mavisel Yener, okurunu bir odada ağırlarken başka başka odaların kapılarını gösteriyor çıkış için. Fakat bu öyle kolay da olacak gibi değil. Çünkü girilen odada da başka kapılar var. Böyle bir ortamda iyi bir okur çıkışı arar mı, yoksa bütün o kapıların ardında kaybolmayı mı yeğler, yanıtı belli olan sorulardan biri. Okurun belki daha önceden tanıdığı, belki de ilk defa tanışacağı karakterler ise, bitmesin karantina hep evimizde kalalım, hep bu arkadaşlarla olalım dedirtecek karakterler. Alice de burada, Pinokyo da, Pippi Uzunçorap da… Sadece onlar da değil. Kanatlı Maymun, Profesör Şapka ve daha kimler kimler…
Yakın zamanda birçok felaketi üst üste yaşayan dünyamızın (deprem, yangın, savaşlar, son olarak da virüs) sonu mu yaklaşıyor diye merak ederken böyle bir felaketle karşılaşırsak güvende tutmamız gerekenler olacak mı diye düşünüyor insan. Bilgilerimizin yok olmaması için kolektif bir bilgisayara yüklemek söz konusu olabilir mi? Kitap da bu sorulara yanıt arıyor zaten.
Ve kitap okumanın yasaklandığı bir toplumda korkunun, karmaşanın, bilgisizliğin ve iletişimsizliğin nelere yol açabileceğini gösteriyor. Alice’in Pinokyo’ya şu söyledikleri ise umudun her zaman var olduğunu bir kere daha anımsatıyor okura: “Hepimiz kitap okunması için tüm kalbimizle çalışmalıyız. Sonra gör bak Pinokyo, hep birlikte dünyayı yeniden inşa edeceğiz.”
Dünya yeniden inşa edilecekse tabi ki kitaplarla birlikte inşa edilecek. Buna olan inancımızı hiç yitirmedik. Cumhuriyetimiz kurulurken de böyle olduğunu bildiğimiz için, dünyanın yeni baştan inşasında da böyle olacağına inanıyoruz. O yüzden “Sonsuzluk Kütüphanesi”ne de sonsuz kütüphanelere de ihtiyacımız var. Merve Atılgan’ın yeşilin tonları ağırlıklı resimleri de umutlarımızı yeşertmeye yardımcı oluyor gibi.
Dünya’nın nereye yuvarlandığını az-çok kestirebildiğimden olsa gerek yarının korkusu içimde duruyor her daim. Bu kaotik ortamda, tam da yaşamayı düşlediğim gibi bir kitabın içine düşmek, umudun hâlâ kitaplarda olduğunu anımsamak da iyi geldi hani.
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (2 Kasım 2020)