Son dönem çok tartıştığımız konulardan birisi de sosyal medya ve internet kullanımı. Genellikle bizim gibi otorite baskısının yoğun olduğu toplumlar açısından düşünüldüğünde Twitter, Facebook gibi sosyal iletişim ağlarının bilgiye ulaşma açısından işlevsel olduğu çoğumuz tarafından kabul gören bir düşünce. Hâttâ son yıllarda dünyada meydana gelen Gezi Direnişi, Arap Baharı gibi pratiklerde de sosyal medyanın etkisinin çok tartışıldığını hatırlayacaksınız. Ancak vahşi kapitalist bir çağda etkisi ne olursa olsun tüm bu sosyal ağları kesinlikli bir dille masum kabul etmek bizi bir yanılgıya da sürükleyebilir. Bu anlamda Kevin Tucker’ın, SUB yayınları tarafından basılan “Boğucu Hiçlik ‘Evcilleştirme, Patalojik Dikkat Dağınıklığı ve Sosyal Medya Üzerine Notlar’” adlı kitabı: Bizi uygarlık ve ilerleme karşıtı, eko-anarşizan bir perspektiften, sosyal medya ve “ilerleyen teknoloji” üzerine bildiğimiz ama çok da yüzleşmek istemediğimiz gerçeklerle karşı karşıya getiriyor.
“Bir şey değişti. Kökünden. Hem de kötü yönden.” Diye başlıyor kitaba Tucker çünkü ona göre “sosyal medya” veya “sosyal ağ” dediğimiz şey basit bir teknoloji değil. Bu teknoloji katılmayı reddeden ve kullanıcı statüsüne indirgenmiş, insanın dışlandığı bambaşka bir zihniyet. Ayrıca bu durum devamlı bilgi akışı altında kaybolan yeni bir varlık hâli ortaya çıkarıyor. Tucker bu hâli şöyle tanımlıyor; “Boğucu bir hiçlik durumu bu; modernliğin talepkâr boşluğunda, yazılımcıların ikili kodladığı bir evcilleştirme sürecine “koyun gibi” itaat ettiğimiz bir durum.” Tucker’ın haklı olduğu bir yön var değil mi? Sosyal ağlarda gezinip dünya seyirciliği yapmıyor muyuz çoğu zaman? Bir tag’e yazarak kullanıcı statüsünün gereğini yerine getiren ancak hiçbir zaman tam anlamıyla katılımcısı olamadığı onca yaşanmışlığın içerisinde kaybolup giden ve gerçekten de yazarın söylediği gibi çoğu zaman “boğucu bir hiçlik” durumuyla baş başa kalan, isyan ederken itaat eden yeni bir insanlık vaziyeti ile karşı karşıya olduğumuz çok açık.
İnsanın edilgen, amaçsız, itaatkâr, makineler tarafından ele geçirilmiş, ruhu bile duymadan boyun eğdirilmiş bir varlık hâline geldiğini savunuyor Tucker çünkü ona göre hayvanlığımız bizden koparılıyor, ambalajlanıyor ve geri satılıyor. Hareket istiyoruz, bağlanmak istiyoruz, temas istiyoruz ve bunları fiziksel olarak yapamadığımız için elektronik seçenekler kaçınılmaz olarak zihnimizi ve bedenimizi istila ediyor. Kendimizi makine ile ifade etmeyi öğrendik ve makinenin bir parçası hâline geldik. Kendimizi makineden bağımsız bulamadıkça, tanımlayamadıkça içe dönüyoruz. İplerimiz yazılımcıların elinde. Kaybolduk, binlerce takipçi içerisinde temas etmeden, dokunmadan, tepki gösterdiğimiz onca şeyin bir parçası olamadan yaşamaya alıştık. Ve Tucker’ın deyimiyle; “Kaybolduk, yalnızız, kafamız karışık.”
Uygarlığın başlangıcı kabul edilen dönemden bu yana insan türünün bir ilerleme içerisinde olduğu düşünülüyor. Oysa insanın basit teknolojilerle aletler yaparak başladığı serüven bu gün baktığımızda çoktan onun denetiminden çıkmış gibi görünüyor. O artık, makinelerin denetiminde ve gözetiminde. Sanırım Tucker’ın “evcilleştirme” olarak bahsettiği kavram da bununla ilgili. Ona göre; “terbiyecilerin içselleştirdiğimiz fısıltıları, vahşi doğadan sözde kopuşumuzu ve efendilere bağımlılığımızı pekiştiriyor. Evcilleştirme işte böyle işliyor, ama teknolojinin amacı biçim ve içeriği güncellemek Mc Luhan’ın meşhur tespitinde söylediği gibi: Biçim işlevi belirler, mecra mesajdır.” Özellikle biçim bahsedilen evcilleştirme kavramı açısından önemli görünüyor çünkü yine yazarın belirttiği gibi: “Biçim aşırı içselleştirilmiş ve taşınabilir teknoloji oldu.” Artık akıllı telefonlarımız daima yanımızda onların kontrolü altındayız, bilgiye kolayca erişebiliyoruz. Adeta bilme bombardımanına tutulmuş gibiyiz, teknoloji tarafından evcilleştirilmiş bir türe dönüştük. Onun tarafından duyusal girdileri fazla uyarılmış, beyni fazla çalışan ama az etkilenen canlılar haline getirildik. İşte o nedenle ki karşılaştığımız onca üzücü olay, onca şiddet, onca katliam karşısındaki tepkilerimiz âna sıkışıp kalıyor. Acı çekip geçiyoruz, seyreylemek için yeni bir olayı beklemeye koyuluyoruz. Ve Tucker’ın vurguladığı gibi yeni mottomuz tam olarak: “Hayatta olduğumuzu hissetmek için satın almak, insanlara orada olduğumuzu hatırlatmak için tweet atmak.”
Teknolojiye bağımlı makinenin bir parçası haline gelmiş bu yeni insan sosyal ağlara hapsolmuş durumda. Aşırı uyarılmış, anlık duygu durumlarına maruz kalmış bedenlerimiz ezici kayıp bir arayış içerisinde. Bilgiyi artık toplamıyoruz ihtiyaç duyduğumuz an ona erişmeyi tercih ediyoruz. Yazara göre; “tarama, göz gezdirme, aynı anda birden çok iş yapmaya yönelik sinir devrelerimiz gelişir güçlenirken konsantrasyon gerektiren okuma ve derin düşünme yetilerimiz zayıflıyor veya tükeniyor.” Ayrıca hatırlama yetimizi kaybediyoruz. Kitapta Carr’dan yapılan alıntıda bahsedildiği gibi; hafızayı dış kaynağa devrediyoruz, makineyle bütünleşiyoruz, yapay bir hafızaya muhtaç kalıyoruz. Böylece makine sadece zihnimizi kontrol etmiyor onu aynı zamanda özümsüyor. Özellikle hafıza üzerindeki etki gerçekten de tartışmaya değer görünüyor çünkü bilgiye istediğin an ulaşabilme kolaylığı insanın bir süre sonra kolaycılığa ve unutmaya sevk edebilir. Her gün “unutmayacağız” denen onca olayın yaşandığı bizim gibi toplumlarda sosyal medyanın hatırlatıcı işlevi insanın nasıl olsa duyulur gibi bir refleks geliştirmesine sebep olabilir. Ancak bu kolaycılık sadece hafızaya zarar vermez bana kalırsa bu duyguyu, yaşanan olayın bıraktığı acıyı hissetmeyi de bir refleks ve anlık bir paylaşım nesnesi haline getirebilir. Böyle bir durumda unutmayacağız denilen kötü olaylar etkisizleşir ve normalleşir ki son dönem bunu kendi coğrafyamızın pratiğinde de gözlemleyebiliriz.
Tucker’ın dikkat çektiği bir durumda kullandığımız o son teknoloji aletlerin üretiminin nelere sebep olduğu. Yazarın verdiği örnekler kan dondurucu demek abartılı olmayacaktır diye düşünüyorum. Foxconn adı verilen bir şirketten bahsediliyor kitapta bu şirkette çalışanlara intihar etmeyeceklerine dair sözleşme imzalatılıyormuş mesela, çünkü ağır koşullar, maruz kalınan kimyasallar, endüstriyel üretimin monotonluğu ve depresyon nedeniyle onlarca işçi intihar etmiş. Daha da vahim olan ise en sık görülen intihar yönteminin fabrika ve lojmanların çatılarından atlamakmış ve şirket bu duruma çözüm olarak çatıların etrafına ağlar germiş. Elbette teknolojinin bu denli gelişmesi sadece insan türüne değil doğaya da çok fazla zarar veriyor. Örneğin; tantal adı verilen telefon pillerinin daha hafif ve uzun ömürlü olmasını sağlayan bir madde için Kongo’da askeri liderlerin emriyle ormanlar tahrip ediliyor ve yerlerine madenciler için çadırlar kuruluyormuş. Uygarlık masalları insan türüne cazip gelmiş olsa da tüm bunlar düşünüldüğünde gelinen nokta pek de parlak değil görüldüğü gibi. Ve yazarın deyimiyle: “Bu insanı boğuyor. Bu sonsuz bir hiçlik, göğsümüzdeki ağırlık, midemizdeki bulantı, isimsiz bir tiksinti…”
En başta belirttiğimiz gibi sosyal medyanın işlevsel olduğu, olumlu anlamlar yükleyebileceğimiz pek çok durum var. Ancak sanırım Tucker’ın haklı olduğunu düşündürecek de epey sebep var. En azından farkında olmak, kullandığımız teknolojinin o kadar masum olmadığını bilmek, en önemlisi insan türünün ilerleyen teknoloji ile geldiği noktayı sorgulayabilmek adına yazara kulak vermek gerektiğini düşünüyorum.
Emek Erez – edebiyathaber.net (13 Temmuz 2016)