En az birkaç kitabını okumuş bir Milan Kundera okuru iseniz, elinize yeni bir Kundera romanı aldığınızda az çok ne ile karşılaşacağınızı tahmin edebilirsiniz. Ama her seferinde şaşırtır sizi Kundera; her romanında kullandığı yazım tekniklerini, kurguyu, üslubu, anlatımı, özetle romana dair her ne varsa tümünü büyük bir ustalıkla biraz daha öteye taşır. Ölümsüzlük isimli romanını okurken bu deneyimi tekrar yaşadım.
Kitabın Can Yayınları’ndan çıkan baskısının arka kapağında, Ölümsüzlük’ün Gülüşün ve Unutuşun Kitabı ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ile birlikte bir üçlemenin son kitabı olarak okunabileceği gibi tek başına okunabileceği de belirtiliyor. Aynı fikirdeyim, ancak bu kitap öncesi Kundera kitaplarını okuduktan sonra Ölümsüzlük’ü okumanın Kundera’yı anlamak konusunda çok faydası olacağını da düşünüyorum.
Kundera bu romanında, hem yazar, hem anlatıcı hem de roman kahramanlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Bir yandan okuduğumuz metni neden bu şekilde kurguladığını açıklayan bir yazar, diğer yandan metin içindeki anlatıcı olurken, başka bir bölümde romanın içine bizzat kahramanlardan biri olarak giriveriyor. Roman farklı başlıklarda yedi bölüme ayrılmış: Yüz, Ölümsüzlük, Kavga, Homo Sentimentalis, Rastlantı, Kadran ve Kutlama. Her bölüm, başlıkta yer alan kavramı anlatan bir metne dönüşürken, birbirinden bağımsız gibi görünen bambaşka olaylar ve kahramanlar giriyor romanın içine. Son bölümde her şeyi ortak bir noktada buluşturan müthiş bir kurguya imza atıyor Kundera.
Kitap, bir jimnastik kulübünün yüzme havuzunun şezlongunda dinlenen yazarımız Kundera’nın, havuzdan çıkan altmış, altmış beş yaşlarında bir kadının bir el hareketinin çağrıştırdıkları ile ortaya çıkan duygu yoğunluğu ve buradan da romanın Agnés isimli kahramanını yaratması ile başlıyor. Roman Kundera’nın günlük yaşamından kesitleri, rastlantıları, romanın akışı ile buluşturması şeklinde bölüm bölüm ilerliyor. Agnés’ten sonra kocası Paul, kızları Brigitte, Agnés’in kız kardeşi Laura, romanın içinde belirmeye başlıyor.
Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği isimli romanında “Roman yazarın itirafları değildir; bir tuzak haline gelmiş dünyamızda yaşanan insan yaşamının araştırılmasıdır.” der. Tüm romanlarında da tuzak haline gelmiş bu dünyanın gerçeklerini ve insandaki yansımasını acımasızca yüzümüze vurur. Yüzümüze vurur diyorum çünkü bu dünyaya ayak uydurmak için büründüğümüz kostümleri, yüzümüze taktığımız maskeleri bir çırpıda çıkarıp fırlatır. Yüz başlıklı ilk bölümde yüzlerimizin gerçekliğini sorgular Kundera. Kahramanı Agnés’e, kocası Paul’e “Yüzün, sen değilsin.” dedirtir.
“Hepimizin derinden arzu ettiği sadece tek bir şey var: herkesin bizi büyük günahkârlar olarak görmesi! Kabahatlerimizin sağanaklarla, fırtınalarla, kasırgalarla kıyaslanması.”
“Tektiplilikle özgürlüğün mutlu beraberliği, insanlık bundan âlâ daha ne isteyebilir?”
Ölümsüzlük başlığını taşıyan kitabın ikinci bölümüne geçtiğimizde kendimizi bir anda, birinci bölümden tamamen uzakta başka bir hikâyede, ünlü Alman sanatçı Goethe ve ömrünü ona ömür boyu aşık kalmaya neredeyse ant içmiş Bettina ilişkisinin ortasında buluveririz. Bu bölüm aşkın ölümsüzlükle olan ilişkisi üzerine kurgulanmış. Bu bölümde roman kahramanlarına Beethoven ve Hemingway de ekleniyor. Kundera, artık ölümsüzlükleri kanıtlanmış bu ünlü isimleri seslendirdiği kurgusunda onlar açısından ölümsüzlüğün ne anlama geldiğini sorguluyor.
“İnsan hayatına son verebilir. Ama ölümsüzlüğüne son veremez.”
Ölümsüzlük, bir roman olmasına rağmen, bir kavram olarak “ölümsüzlük”ü masaya yatıran, didik didik eden, sorgulayan uzun bir metin – bir deneme olarak da düşünülebilir. “Her bir soru insandan insana atılmış bir anlayış köprüsü değil midir?” diyen Kundera, roman boyunca sorduğu onlarca soru ile bir köprüden bir başkasına uzun bir yolculuğa çıkarıyor okurunu. Ölümsüzlük başlığı altında, hayatın her bir alanı sorgulanıyor aslında. Prag Baharı adıyla tarihe geçen, 1968 Ocak’ında Dubçek’in özgürlük ve reform diyerek iktidara gelişi ile başlayan, aynı yılın Ağustos ayında ise Rusya’nın Çek Cumhuriyeti’ni işgali ile süren dönemde, işkenceye maruz kalmış, tutuklanmış, ülkesini terk etmek zorunda kalmış yüzlerce aydın ve sanatçıdan biri Milan Kundera. Dolayısıyla her romanında olduğu gibi, Ölümsüzlük’te de siyaset ve siyasetçiler, baskılara boyun eğen sessiz yığınlar, kamuoyu yalanı, ihanetler, ikiyüzlülükler, savaşlar romanın bir parçası olarak kitapta yerini alıyor. Kavga başlıklı bölümün bir yerinde gazetecilik sorgulanıyor ve şöyle diyor Kundera: “Gazetecinin gücü bir soru sorma hakkında değil, bir cevap talep etme hakkında yatar.” Yine aynı bölümde, dünyanın imaj yapımcılar tarafından yönlendirildiği ve onlar tarafından yaratılan gerçeğe mahkûm olduğumuz üzerinde duruyor. Bu kapsamda Ölümsüzlük, siyasi roman olarak da alkışı hak ediyor.
Kundera, bugün hem Türkiye olarak bizim hem de genel olarak dünyanın içinde bulunduğu korkunç kaosu net biçimde özetleyen, şöyle çarpıcı bir tespitte bulunuyor:
“Savaş ve kültür Avrupa’nın iki kutbudur, cennet ve cehennemi, zaferi ve utancıdır, ama onları birbirinden ayıramazsın. Birine bir şey olduğunda ötekine de olacaktır, birlikte yok olacaklardır. Elli yıldır Avrupa’da savaş olmaması, elli yıldır hiçbir Picasso’nun çıkmaması olgusuyla gizemli biçimde ilintilidir.” (Ölümsüzlük’ün 1988’de yazıldığına dikkatinizi çekerim.)
Romanda bir kahraman diğerine “Sen, senin mezarını kazanların parlak bir müttefikisin.” diyor. Kundera bence hepimize sitem ediyor.
Romanın bazı bölümlerinde bizzat yazar olarak araya giren Kundera, romanın ne olduğu ya da nasıl olması gerektiği üzerine konuşur. Bir bölümde gerçek romanın, sinema, televizyon draması ya da çizgi film gibi başka hiçbir türe uyarlanamaz olması gerektiğini belirtiyor. Ölümsüzlük’te bunu uygulamaya çalıştığını görüyoruz. Kitabın bir yerinde Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ne değinir ve bu romanın başlığının yanlış olduğunu, bu ismin okumakta olduğumuz Ölümsüzlük romanına verilmesinin daha doğru olacağını söyler.
Kundera, hemen her romanında doğa ve hayvanlara dair birkaç kelam ederek, doğa karşısında insanın yenilgisinin altını çizer. İnsanı hayvanlardan daha üstün gören tüm insan merkezli düşünceler roman boyunca yüzümüze vurduğu gerçeklerle yerle bir olur.
“İnsanlar bir hayvanın bir insan kadar acı çekmediğini anlatıyorlarsa, bunun nedeni vahşetten ibaret, vahşetten başka bir şey olmayan bir doğanın içinde yaşama fikrine tahammül edememeleridir.”
Kundera, herhangi bir kavramı farklı açılardan sunarak, okurunu iki uç arasında kararsız ve çaresiz bırakmayı seven bir yazar. Yaşamda her ne varsa; ne siyah ne beyaz, ikisinin arasında uzanıp giden sonsuz bir anlam denizi… Bir yandan her insanın amacının ölümsüzlük olduğunu ve bu uğurda yaşamın şekillendiği üzerine yazarken, bir anda asıl kaçılması gerekenin, tahammül edilemeyenin ölümsüzlük olduğunu anlatan metinlerle karşılaşabiliyorsunuz. Sayfalarca aslında aşkın bir aldatmaca olduğunu yazarken, hatta birini ebediyen sevmeye karar verdiğiniz duygu haline aşk değil ölümsüzlük diyor Kundera, bir sayfa çevirirsiniz “Aşk, hayatın taçlandırılmasıdır.” cümlesi yüzünüze çarpar. Kundera hem kadınları acımasızca eleştirir, ki eril söylemleri nedeni ile eleştirilen bir yazardır, hem de onlarsız bir hayatta var olamayacağını her şekilde dile getirir. Bir sayfada şu cümleyi okursunuz: “Savaşların erkekler tarafından yapılması çok büyük bir şans. Savaşı yapanlar kadınlar olsaydı, zalimliklerinde o kadar tutarlı olurlardı ki, gezegen üzerinde tek bir insan bile kalmazdı.” Birkaç sayfa sonra ise şunu: “Ya kadın erkeğin geleceği olacak ya da insanlığın sonu gelecek, çünkü ancak bir kadın içinde hiçbir kanıtı olmayan bir umut barındırabilir ve bizi, kadınlar olmasa çoktan vazgeçeceğimiz kuşkulu geleceğe davet edebilir.”
Bu kitap ile ilgili Can Yayınları’na bir eleştirim var: maalesef kitapta yazım hataları oldukça çok. Bunun yanı sıra en az birkaç yerde “kadın” yerine “bayan” ifadesi kullanılmış. Bu kadar önemli ve bu kadar çok baskı yapmış bir edebiyat eserinde artık böyle hataları görmememiz gerektiğini düşünüyorum.
Ölümsüzlük, sırlarla dolu bir kitap. Kundera yarattığı kahramanlardan Agnés’in sırrı ile okuru hiç ummadığı bir anda şaşırtır. Bu uzun ölümsüzlük metnini roman yapan kurgunun en can alıcı parçasıdır bu bölüm. İşte bu noktadan sonra gerçek hayat ve edebiyatın iç içeliğinin kanıtı gibi akar roman; gerçek hayat romanlardakinden çok daha acılı, çok daha dayanılmazdır. Edebiyat, bizi bize anlatmaya çalışır. Kundera roman boyunca aslında hepimizi kendi sırlarımızla yüzleştirir, kendimize bile itiraf edemediğimiz sırlarımızla. Agnés’inkinin yanında çok daha şaşırtıcı olan sırlarımızla. “Var olmak” ve “kendin olmak” çabasının sancılı sonuçlarından doğan sırlarımızla…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (9 Mart 2020)