Üzerimize güneş çökmüş, gölge yokmuş gibi bir bunaltı hissediyoruz çoğu zaman. En çok kurulan cümle “söz bitti” belki de doğru öyle hissettiğimiz oluyor ama şöyle bir şey de var. Bulutları toplayıp, yağmuru çağırıp ferahlama isteği, çünkü söyleme isteği var insanın, sözle, yazıyla, mimikle, filmle veya başka biçimde. İçerisinde bulunduğumuz durum, çoğu zaman bizi yaşananlara müdahil olamayan bir varlığın pasifliğine itiyor. Böylece, onca şeye tanıklık eden özne için varlığının ifadesi olan ses mırıltıya dönüşüyor. Suskunluğun dili bizi sarıp sarmalıyor. İçimizde fırtınalar kopuyor ama dil kendisini ortaya koyamıyor. Bu imkânsızlık içerisinde bir oluş hâli olarak karşımıza çıksa da boğazımıza tıkılan her cümle kendi olasılığını yaratmak zorunda.
Blanchot şöyle söylüyor; “Sanki ‘her şey söylendi’ demek ölü sesi susturmamızı sağlayacakmış, bu ölü sesten yükselen acıklı sessizliği durduracakmış gibi.”[1] Etrafımızda yükselen bunca ölü sesi varken “her şey söylendi” veya “söz bitti” demek insanın varlığını rahatlatmıyor çünkü “ölü sesten yükselen acıklı sessizlik” öznenin üzerinde varlığını devam ettiriyor. İşte böyle durumlarda yazı veya söz işlevsel bir hâl alıyor. Konuşmayanın artık “o” olamayanın sessizliği üzerimize yük olmaya devam ettikçe de söz bitmiyor. “İstisna hâli”nin kalıcı politik bir uygulamaya dönüştüğü şu günlerde sanırım ayırt etmemiz gereken durumlardan birisi de bu. Çünkü dünya otoritelerin denetimine geçip, baskıyı üzerimizde daha çok hissettirdikçe, söylemeyi bırakmak yerine söylemenin imkânları üzerine düşünmek, bizi “edilgin bir varlık” olmaktan yani yaşananlara tanık olup, elinden hiçbir şey gelmediği için varlığı değersiz olan olmaktan biraz olsun koruyacaktır.
Bu bahsettiklerimiz elbette içerisinde bulunduğumuz durumun gerçekliğinden de uzaklaştırmamalı. Ne umut tellallığı ne de mağdurun terk edip giden tanrısının yapamadığını yapmak değil sözünü ettiğimiz. Çünkü dünya Leviathanlar[2] tarafından ele geçirilmişken yapabileceklerimiz, yapmayı hayal ettiğimizi karşılamayabilir. Kutsal kitaplarda bahsedildiği gibi bizim Leviathanlarımızı “güçlü kılıcıyla cezalandıracak” bir kurtarıcımız olmadığının, insanın dünyada kendisi dışında çaresi olamayacağının da bilincinde olarak ama sözü esirgemeyerek devam etmek gerekiyor belki de. Çünkü biz de Leviathan daha çok Thomas Hobbes’un “ejderha” olarak betimlediği Leviathan ile ilişkileniyor. Hobbes’a göre Leviathan bir ejderhadır ve yeryüzünde “ölümsüz tanrının” altındaki “ölümlü tanrı” olarak tanımlanır. Onun bu tanımı devleti işaret eder; “herkes herkese, senin de hakkını ona bırakman ve onu bütün eylemlerinde aynı şekilde yetkili kılman şartıyla, kendimi yönetme hakkını bu kişiye veya bu heyete bırakıyorum dermişçesine, herkesin herkesle yaptığı bir ahit yoluyla, hepsinin bir ve aynı kişilikte birleşmeleridir.”[3] Bu “yeryüzünün ölümlü tanrısı”, yetkilendirdiklerimiz, kendimizi devrettiklerimiz heyet, kişi veya kurum ise Asuman Susam’ın “Tökezleme Taşları” şiirinde bahsettiğini hatırlatır;
“Leviathan! seni boğmak seviyor denizini
biz günlerce tavana bakıp ölülerin adını sayıklıyoruz
süt sağıyor kadınlar körlerin gözlerine
ağaçsızız yağmur toplamıyor bulutlar”[4]
Bizim Leviathan gerçekliğimiz tam da bu dizelerin ifade ettiği. Leviathan bizi, “boğmak için seviyor”. Yaşamın bize bıraktığı ölü adı sayıklamak, umutsuzca sözsüz kalmak oluyor çoğu zaman. Bu nedenle belki öncelikle sözümüzü bu “ejderha”dan kurtarmamız gerekiyor. Varlığın kendi cümlesini devam ettirmesinin yolu da belki buradan geçiyor. Çünkü sözünün yetkisini ele geçirmiş bir edebiyat ve sanat yapıtı söylemeye devam etmenin yolunu açabilir, sözü bitirene karşı sözü olmak, müdahil olabilen bir özne oluşa götürebilir bizi ve her türlü denetimin nesnesi olmaktan kurtarabilir.
Emek Erez – edebiyathaber.net (2 Nisan 2018)
[1] Akt. Naas, M. “Alors, qui êtes-vous?” ‘Jacques Derrida ve Konukseverlik Sorusu’”, s. 237(Çev. Elis Simson), Cogito, 47-48.
[2] Leviathan Tevrat ve İncil’de kötülüğü simgeleyen su canavarının adıdır.
Örneğin Tevrat, Bab. 27’de şöyle geçer: “O gün RAB Livyatan’ı kaçan yılanı, Evet Livyatan’ı, o kıvrıla kıvrıla giden yılanı. Acımasız, kocaman, güçlü kılıcıyla cezalandıracak, Denizdeki canavarı öldürecek.
Kutsal Kitap, “Tevrat, Zebur, İncil”, s.738.
[3] Hobbes, T. “Leviathan”, (Çev. Semih Lim), s.136, İstanbul:YKY
[4] Susam, A. “Kemik İnadı ‘Tökezleme Taşları’, s. 27, İstanbul: Can Yayınları.