Yazı, harfler, kelimeler, cümleler olmasaydı, nasıl bir yaşamımız olurdu, dünya nasıl olurdu? Çok çok eski çağlardaki gibi. Neler değişirdi iletişimimizde; daha mı az insanla görüşürdük, daha mı yavaş yaşardık? Hele de geçmişe dair hiçbir yazılı belge olmasa, sadece sözlü bir aktarımla geçmiş bugüne taşınsaydı nasıl etkilenirdi yaşamlarımız?
Amerikalı felsefeci Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür isimli kitabında, bu ve benzer sorulara cevap ararken, sözlü ve yazılı kültür arasındaki farkları ve yaşamlarımızı nasıl etkilediğini masaya yatırıyor. Bu kapsamda, çevirmen Sema Postacıoğlu Banon’un önsözünde de belirttiği gibi, insan zihni ve ana ifade aracımız dil kitabın ana konularını oluşturuyor.
Yazar, öncelikle binlerce yıl önce, yani yazının esamesi okunmazken, sözlü kültürlerin nasıl doğduğu ve keşfedildiğini anlatıyor. Bu noktada ilk üzerinde durduğu örnek Homeros’un İlyada ve Odysseia destanları. Araştırmalara göre, bu destanları Homeros yoktan var etmemiş, o da kendinden önce gelen sözlü parçaları, kalıplaşmış deyişleri birleştirerek eserini oluşturmuş. Bugünün metinleri gibi… Buradan yola çıkan araştırmalar sözlü kültür eserlerinde hep benzer ve belirli kalıpların kullanıldığını keşfetmişler. Yani tıpkı yazı gibi, sözlü eserler de bir sonraki nesle kalıplar halinde aktarılmış ve kendilerinden sonra gelen eserlere referans olmuşlar. İlk yazılı eserlerde bu kalıplar kullanılmış, yazı dili kendini var edene kadar.
Sözlü kültürde kelimeler ve sesler çok önemli elbette. Ses yok olurken anlamına kavuşuyor, algılanıyor. Yazının henüz bilinmediği toplumlarda her bir kelime bu nedenle bir eylem, bir olay. Her bir ses başlı başına çok değerli. Dolayısıyla dil de. Davranışlar ve düşünce süreçleri de buna göre biçimleniyor. Yazılı kültürde yafta vazifesi gören isimler, sözlü kültürde kişilere ya da nesnelere güç veriyor. Sözlü kültürde düşünceler ritim ağırlıklı, çünkü ritim hatırlamayı kolaylaştırıyor. Diğer yandan bugünün anlatı metinleri için de ritim çok önemli, ama artık farklı işlevleri ile, sadece hatırlanma amaçlı değil.
Sözlü kültürde düşünceleri anımsamak için kalıplaşmış deyişler kullanılıyor ve düşüncenin özünü bu deyişler oluşturuyor. Yazılı kültürden gelen bizler, kavramları ve nesneleri soyut düşünürüz, kategorize eder ya da ayrıştırırız. Sözlü kültürde ise düşünme süreci doğrudan ve basit, genellemeler, karşılaştırmalar yok. Tanımlara ihtiyaç duyulmuyor. Örneğin ağaç nedir sorusuna biz birçok cevap verebiliriz, sözlü kültür insanı için ise ağaç ağaçtır, o kadar.
Bugün halen var olan ve okuma yazma bilmeyen Güney Slav halk ozanları, yaratma ve söyleme biçimleri değişmesin diye okuma yazma öğrenmiyorlarmış, yazıyı kendileri için ayak bağı görüyorlarmış.
Sözlü kültür, beden dili ile yakın ilişki içinde olduğundan, daha dışa dönük, karşılıklı iletişim daha önemli. Söz ve konuşma, günümüzde de geçerliliğini koruduğu gibi, bütünleştirici birleştirici bir özellik taşıyor.
Yazılı kültür yaşamımızı en çok belirleyen zaman kavramını da etkilemiş. Yazı, matbaanın icadıyla tamamen içselleştirilmeden önce insanlar, kendilerini hesaplanmış ya da belirlenmiş bir zamanın içinde hissetmiyorlarmış. O zamanlarda takvim yılını ya da saati bilmenin bugünkü gibi bir anlamı yokmuş. Çoğu kişi doğduğu yılı bilmiyor, bilmeye de çabalamıyormuş.
Yazının ilk kullanıldığı yıllarda, sözlü ifade yazılı ifadeden daha güvenilirmiş. Çünkü yazı aynı zamanda sahtekarlığa da yol açmış. 12. yüzyıl İngiltere’sinde kraliyet belgelerinin çoğunun sahte ya da şaibeli olduğu görülmüş. Bu bölümü okuduğumda, Umberto Eco’nun tarihsel gerçeklere dayandırdığı romanı Prag Mezarlığı’nı hatırladım. Roman bu tür sahte belgelerin neredeyse tüm Avrupa’da politikayı nasıl etkilediği ve şekillendirdiğini anlatıyordu.
Bilgiyi bilenden ayırmakla yazı, kişinin iç dünyasına bakışını ve bunu ifade edişini güçlendiriyor. Buradan yola çıkarak Ong, yazı sayesinde, iç dünyaya dönük Budizm, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi dini geleneklerin doğduğunu ve her birinin kitabının yazıldığını belirtiyor.
Walter Ong, kitap boyunca bir yandan da sözün teknolojileşme sürecini irdeliyor. Platon yazıyı, tıpkı bilgisayar gibi, dışsal, yabancı bir teknoloji olarak görüyormuş. Ki öyle değil mi? Bir bağlamı olmadan anlamına kavuşamayan söz, yazının bulunuşu ile, kağıt ve kalem kullanılarak ifade edildiğinde yazıya pekala teknoloji diyebiliriz. Kitap, sözün bu süreçteki dönüşümünü geniş kapsamda ele alıyor.
Kitabın bir bölümü matbaaya ve onun devamında elektronik ortama ayrılmış. Çünkü matbaanın hayata geçişi, sonrasında bilgisayar dönemi yazılı kültürü bambaşka yollara sürüklemiş. Ong, özgünlük ve yaratıcılığın matbaa kültürünün ürünü olduğunu söylüyor. Hem sözlü kültürde hem de matbaanın olmadığı yazılı kültür döneminde yazar ve okur arasındaki mesafe daha kısaydı, matbaayla birlikte bu mesafe uzadı. Sonrasında yazarın hiç görmediği bir okur kitlesi oluştu.
Ong’un ulaştığı savlardan biri de edebiyat tarihindeki kadın yazarların edebiyata etkisine dair. Sözlü kültür döneminde ve yazılı kültüre geçişin ilk zamanlarında edebiyat eserlerinde hitabete ve kalıplara dayalı bir anlatım biçimi hakim. Jane Austin gibi yazarların ortaya çıktığı dönemde ise kadın yazarların eserlerinde günlük konuşma diline yakın bir anlatım görüyoruz. Kadınlar okullara gidip eğitim almadığından ve sokağa çıkamadıklarından, hitabete dayalı anlatım biçimi okul ya da sosyal ortamlar yolu ile erkekler arasında aktarılıyordu ve onlar da bu biçimi kullanarak eserlerini yazıyorlardı. Ong buna dayanarak, bugün romanı roman yapanın, kadın yazarlara özgü, kürsüden hitap yerine günlük konuşmaya benzeyen anlatım dili olduğunu söylüyor.
Kitapta çok az da olsa somut şiir konusuna da yer verilmiş. Bu konuya az yer verilmiş olsa da, kitabın somut ya da deneysel şiir tartışmalarına, özellikle de tepkisel yaklaşımlara rahatlatıcı açıklamalar sunduğunu düşünüyorum.
Sözlü ve Yazılı Kültür, yazma ile derdi olanlar kadar elbette okura da geniş bir perspektif sunan bir kitap. Kitabın, edebiyatın da hızla ticarileştiği bir dünyada, edebiyat piyasasının bizi sürüklediği kısır tartışmalardan uzaklaşıp, örneğin yazarların cinsel yönelimlerinden ya da iktidarlara ne kadar yakın ya da uzak olduklarından ziyade, metinlerin okurun ya da yazarın yaşamı ile ilişkilenen daha estetik, daha doyurucu yorumlarını paylaştığımız muhabbetlere vesile olabileceğini düşünüyorum. Üst edebiyat alt edebiyat, kim yazar kim değil, edebi eserin ne olup ne olmadığı gibi süregiden birçok tartışma konusuna meraklısı için yeni bakış açıları getirebilir.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (30 Ekim 2017)