Düşünsenize elinize farklı bir dilde bir sözlük geçiyor ve hayatınız değişiyor. Boşuna demiyorlar kitaplar hayatı değiştirir diye… Fırıncı çırağıyken eline geçen Fransızca sözlük hayatını değiştirir Panait Istrati’nin. Bu sözlükten kendi çabasıyla Fransızca öğrenir hatta bu dilde yazı yazar. Ama bu çok da kolay olmayacaktır onun için. “Yalnızca bir kalemim var, tıpkı çağımın bütün yazarları gibi.” diyerek kalemin gücüne sığınır Panait Istrati. Romanya’da doğan yazar geç başlamıştır yazmaya. (Kendi diliyle yazma serüveni vardır ama sürekli bir pes ediş yüzünden sonuna kadar gidememiştir.) Hepsi de tutkuyla değil de geçimlerini sağlamak için yazıyorlar diye diğer yazarları eleştirirken, onun için yazmanın tutku olduğunu anlatmak ister bize. Kendi yazım serüveninin onlardan çok daha zor olduğunu bu yazın yolculuğunu bir kör gibi tek bir sözcüğünü bile bilmediği bir gramerin kurallarına çarpa çarpa yol aldığını anlatır. Gerçekten de zordur onun için. Ama bu yaşamla arasında bir bağ kurması açısından önemlidir.
Romanyalı yazarın hiç de kolay olmamıştır hayatı. Uzun zor olan bu yolculuğunda istediklerinin kaleminden dökülmesini sağlayamadığında (tabi tek neden bu değildir) intihara giden bir süreç izler onu. Hayatın onun için hazırladığı bir sürpriz vardır oysa. Hastanede üzerinden çıkan mektup. (Romain Rolland’a yazılmıştır.) Mektup bir şekilde Rolland’a ulaştırılır. (1915 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Fransız bir yazar.)
Rolland o günleri şöyle anlatır: “1921 Aralık ayının ilk günlerinde Nice hastanesinden bir mektup aldım. Gırtlağını kesen bir zavallının üzerinde bulmuşlardı. Kurtulma umudu çok zayıftı. Mektubu okur okumaz, bir dâhinin çırpınışlarıyla karşı karşıya olduğumu anladım. Çayırlar üzerinde esen kavurucu bir alevi andırıyordu. Mektup Balkanlar’ın yeni Gorki’sine ait bir iç dökmeydi. İntihara kalkışan kişi kurtulmuştu. Onu tanımak istedim. Mektuplaşmaya başladık ve dost olduk. Adı Istrati idi. 1884’te Brăila’da kaçakçı bir Yunan babayla, ömür boyu saçını süpürge etmiş bir Romen köylü anadan dünyaya gelmişti. O doğuştan bir hikâyeciydi.” Kendi anlattıklarıyla heyecanlanan bir hikâyeci… Bu mektupla yeniden doğar ve yazmaya başlar. Hayatını değiştiren iki şey vardır sözlük ve mektup.
Tarih boyunca acaba benim kadar talihsiz bir yazara rastlanmış mıdır hiç diye yakınırken kendisini mi anlatır yoksa oluşturduğu karakteri mi?.. Aslında Adrian Zograffi kendisidir. 20. yüzyılın başlarında yaşayan Martin Eden (Jack London’ın karakteri), kendini geliştirme ve eğitmeye dönük tutkusuyla okur, elit kesim arasına girmeye ve işçi sınıfının yaşam şartlarından, kısıtlamalarından kurtulmaya çalışmaktadır. Bunun nedeni ise bir burjuva ailesinden olan Ruth Morse’a olan aşkıdır. Eden işçi sınıfından kaba ve eğitimsiz bir denizci olduğundan, eğitimli bir burjuva aileden gelen Ruth ile birlikte olması, aile ile eşdeğer bir eğitim düzeyi ve zenginliğe erişmeden imkânsızdır. O kadar benzer bir hikâyedir ki bu. Uşak kitabının sayfalarındaki kahramana benzer. (Bu da Istrati’nin Jack London’dan etkilendiğini gösterir bize.) Martin Eden’in tersine, (London’ın karakteri Eden yazar olma mücadelesine atıfta bulunur) hiçbir zaman bir yayınevine ya da yazara bir müsvedde göndermiş değilim; şimdi bana kendi yazdıklarını yollayarak büyük şansımdan söz edenler, Romain Rolland’ın beni yazmaya zorlamak için 1921 Ocak’ından 1922 Mayıs’ına kadar uğraştığından habersizdirler. Bunu söylerken kendinden mi bahseder yoksa Adrian’dan mı pek belli değil gibidir. (Uşak Adrian’ın gazeteye gönderdiği ilk yazı hemen yayımlanır Eden’nin tersine.)
Öncesinde kendisini dışlayan yayınevleri ve burjuvanın ilgisini çekmeye başlamış olsa da Eden artık onlara kin beslemeye başlarken Adrian burjuvaya karşı kin beslemez asla. Onların içinde de iyi insanların olduğunu göstermek ister okura.
Adrian’a göre; İşçi sınıfı büyük sosyal girişimlerin yönetimi konusunda kara cahildir; onlar, sırtına vura vura sevk edilmesi gereken bir koyun sürüsüdür. Uzmanlıktan ve teşebbüs zihniyetinden bu derece yoksun bir sınıfın ellerine dünyanın yönetimi nasıl verilebilir? Adrian sosyalizmin doktrini ve davası üzerindeki gevezeliklere hiç önem vermez. Onun için doktrin doğru ve amaç kusursuz olabilir, ama bu kadarı yetmez. Burjuvaların bütün bilgilerine de sahip olmak gerekir. Aksini yapmak arabayı öküzün önüne koşmak demektir ona göre.
Ama sorunun Adrian’ı çok düşündüren bir başka cephesi daha vardır: Ahlak cephesi. Burjuvaları ahlaksız, , açgözlü olmakla suçluyorlardır. Oysa Adrian aynı kusurlarının işçi sınıfında da bulunduğunu görür. Ona göre talih biraz yüzlerine güldü mü, en kötü burjuvaları gölgede bırakacak günahlar işlemekten geri kalmazlar.
“… Adrian, bir kapitalistin böyle bir tavsiyede bulunmasına akıl erdiremedi, ertesi günü Mösyö Max’a sordu:
– Bildiğime göre, işçiler salt patronlarla daha iyi savaşabilmek için sendika kurarlar. Sizse onlara bu silahı tavsiye ediyorsunuz. Nasıl olur?
– Evet, çünkü bu silahın bizim için de yararlı yanları var; sendikaya bağlı işçi, daha ciddi, daha aklı başındadır, ona güvenilebilir, oysa öteki daha beceriksizdir. Sendika teşkilatı sanıldığı gibi bir ihtilal ocağı değildir, bir ahlak okuludur. İşçi orada haklarıyla birlikte görevlerini de öğrenir. Onun için Almanya’da bütün ciddi teşebbüsler sendikalı işçiyi tercih ederler. Daha pahalıdır, daha verimlidir de. Adrian, hele şükür, diye düşündü. İşte haklarıyla görevlerini bilen bir patron…”
Istrati bir karakter yaratmamış, sadece adını değiştirmiş ve kendi hikâyesini anlatmıştır Uşak adlı eserinde. Bir tüccarın evinde uşaklık yapan Adrian Zograffi kendisidir aslında. Adrian’ın evin hanımına tapınma duygusunu andıran maddi arzulardan uzak olan aşkını anlattığı hikâyesinde (bu yönüyle Eden’den farklıdır) kendi dünya görüşünün de izleri vardır. Kurmaca gibi değildir onun eseri çünkü yazma kendini anlatma yolculuğudur onun için. Sadece isimler farklıdır. Gerçek bir yaşamın izleri vardır hikâyesinde. Kitabında karakterini anlattığı önsözünde kendini anlatmanın zorluğundan kaynaklı olsa gerek Adrian’ı anlatır (aslında anlatılan kendi hikâyesidir). Uşak sadece bir aşkın hikâyesi değildir. Istrati’nin işçi hakları mücadelesi; ideolojilere bakışını, politikacıların ikiyüzlü siyasetini ortaya dökmektedir. Okurken hayata dair bakış açılarımızı da sorgulatır yazar bize. İnsanın doğuştan iyi olduğunu kötülüklerin arasında iyi kalmanın zorluğunu anlatır okuruna. İyi insanın romanlarda, tiyatroda, sinemada olmadığını hayatın içinde de olduğunu göstermeliyiz der. Her şeyin iki taraflı olduğunu, bir durumu yargılarken madalyonun iki yüzüne de bakmak gerektiğini anlatmak ister aslında.
Burjuva hayatının iktisadi umutsuzluğu Adrian’ı bir vicdan muhasebesine sevk eder. Sınıfları ne olursa olsun, bütün insanların mutluluğu pek zayıf temellere dayanmaktadır ona göre. Neden insanlar kendilerini yoksul, zengin diye bölümlere ayırarak birbirlerine diş biliyorlar, ortak düşman olan sefalete, yoksulluğa karşı hepsinin el ele vermesi gerekmez mi? diye sorar hikâyesinde. Ne kadar doğru bir sorudur bu. Bu toplumsal felaket sınıf dayanışmasıyla değil, ancak bütün insanlar arasında bir dayanışmayla önlenebilir. Çünkü yenmiş bir sınıf daima haksızlıklar yaratacak ve başka halk tabakalarını felakete sürükleyecektir yazara göre.
“Önümüzde insanların, boğuşan insanların o korkunç hayatı duruyor, bozulmuş bir cesedin leş kokusuyla. Hem yalan mı, dünya olalı beri insan yığınının üstüne çıkan her güç, ister aşağıdan gelsin, ister yukarıdan, kendinden zayıfını ezip geçmiyor mu?” İşte hep bir isyan vardır Adrian’da. (Aslında Istrati de demeliyim. ) “Ama dünyamız sonuna kadar böyle gidecek diye yazılmış mı bir yerde? Cahillik, beceriksizlik, ahlaksızlık. Yeryüzünde bütün bu kusurların ne gereği vardı? İnsanlar, kendilerine mutluluk yolunu açacak şefler bulamazlar mıydı? Güçlü insan bu kadar mı azdı? Yoksa bu çeşit insanlar, dünyanın yönetimine mahsus mu karıştırılmazlardı? Eğer öyleyse dünyamız mahvolacaktı! Çıkarını dünyamızın felaketinden sağlayan aşağılık insanlar kimlerdi? Bu insanları keşfetmek, zararsız hale getirmek ya da yok etmek olanaksız mıydı? Ama sosyalistler gibi sınıflara, sınıf savaşına inanmıyorum. Karl Marx ne derse desin, ben sadece insanlar arasında kavgaya inanırım. Kendinden daha mutsuzların kaderine karşı kayıtsız kalan insanın hayatında manevi güzellikten eser yoktur. Benim hayatımın gerçek manevi güzelliği nerede?” diye sorar. Hep bir arayış vardır uşak Adrian’da.
“Ben namuslu bir Adrian Zograffi yazacağım, Adrian’ın sanatı benim gerçeğim olacak. Belge ise ben, benim sözüm. İşte gereğini öğrendin okurum” diye seslenir kitabının önsözünde.
Hiçbir şey bekleme benden der yazar okuyucusuna. “Her kitapta aradığını bulursan bulursun, olmazsa hemen bırakırsın yakamı.”
Dünyadaki tüm kötülükleri düzenin bozukluklarını düzeltmek için ne paraya ihtiyaç vardır ne de bir diplomaya… Sadece İyi niyet, heves, sağduyu ve beceriklilik yeter diye tavsiyede bulunur. Günümüz kirlenen dünyasında iyi insan olmanın anahtarıyla okuyucuyu baş başa bırakır. Artık okur için o kapıyı açmak kalmıştır sadece.
Kaynak: Istrati Panait, Uşak, Varlık Yayınları, Çev. Yaşar Nabi Nayır
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (4 Ağustos 2020)