“Biz şeylerin kendisini görürüz, dünya gördüğümüz şeydir.”
Maurice Merleau Ponty
Görünenin etkisindeyizdir her daim. Algımızın bizi yönlendirmesi ile başlar her şey. Odaklandığımız her bir şey görme biçimimizi devindirir. Gördüğümüzde varız. Düşüncelerimiz, duygularımız görünenle bilincimizde süreklilik sağlar.
Görerek iletiriz. Bazen görmek için gittiğimizi sanırken, bizi asıl devindirenin, duygularımıza itim sağlayan bilincimiz, düşünce biçimimiz olduğunu ıskalarız. Görmenin ardında o “bilinç dinamosu” vardır.
Bedenin, zihnin devinimi eşlilik gösterir. Şu ân yazarken de, düşünürken de bunu hissettiğimi söylemeliyim.
Yeniden görmek, tekrarlamak, aynılaşmak değil elbette. Gördükçe gör(e)mediklerimizi de algılarız.
Yaşamda varoluşumuz görme üzerine oluşmuştur. Gören bakış, gören göz, gören zihin derken işte algımızın bizi geçirdiği kapılardan söz ediyorum.
Görme, bizi muğlaklıktan kurtarır. Bir şeye, bir nesneye, yere, duruma odaklandırarak hayata/insana dair düşünmemizi sağlar.
Görme Yolculuğunda…
Köyceğiz’de çilek satıcısı delikanlıyla konuşuyorduk. Kamyonetini caddenin kuytu bir yerine çekmiş, gelen geçenin gene de görebileceği bir kavşakta, kasa kasa yığdığı çileklerin güneşte adeta alevlenen renklerine çağrı yapan sesine gitmiştim ilkten. O sese dönüp bakınca tazelikleri ışıltılarından anlaşılan çilekleri gördüm. Dayanamadım, kamyonete yaklaştım. Satıcı delikanlı iştahlı bakışlarımı görmüş olmalıydı ki; irisinden bir çileği uzatıp ikram etmişti yemem için. Tadına varınca, dayanamayıp ikincisine uzanmıştı elim…
Bu tat da beni alıcı kılmıştı. Bir mi, iki kilo mu derken; “şu bir kasayı alayım,” dedim. Görüntü ve lezzet beni baştan çıkarmıştı! Ne yaparım onca çileği diye düşünemedim ilkten. Bunu araca taşımak için, yardımcısı genci verdi yanıma.
İpince, uzun, karayağız gençle yola koyulduk. Halinde tavrında gördüklerimle yetinmeyip adını, nereden geldiklerini sordum.
Yusuf’tu adı, Salihli’den gelmişlerdi. Kamyonetle gezerek çilek, çağla eriği satıyorlardı. Birkaç hafta sonra karpuza, kiraza geçeceklerini anlatmıştı.
“Enes abi mahallelimiz olur, bende ona yardım ediyorum, turizm okuyorum, son sınıftayım,” deyivermişti benim soru dolu bakışlarımı görünce.
Yolumuz biraz uzundu. Çilek kasasını sağ eliyle tutarak omzunda taşıyordu Yusuf. Sohbetimizi sevmiş olmaydı ki; bu kez sorulara o başlamıştı.
“Bunca çileği ne yapacaksın abi,” diye sormasını bekledim. Ama sormadı. Başka şeyler konuştuk…
Sözünü, sukutunu bilen bir delikanlıydı. Uzattığım parayı da almadı.
“Abi, bu işimizin bir parçası,” diyerek geri çevirdi. Israr ettim, nafile.
Dayanamadım, çilek kasasını aracın bagajına yerleştirdikten sonra, onunla geri döndüm. Enes’in kamyonetine vardığımızda başı kalabalıklaşmıştı.
“Abi, ayağınız uğurlu geldi, bakın,” diyerek gülümsüyordu. Adını ünleyerek, “elveda” dedim. Bu hoşuna gitmişti. Neşeden dişleri parlıyordu…
Canım pide çekmişti, bakışlarım bir pideci arıyordu. Göle kanat gibi açılan caddenin sol yanında bir pideci görmüştüm buradan geçtiğimde.
Tek katlı, eski bir Köyceğiz evinin bahçesinde göz alan gülleri görünce duralamıştım. Dahası güllerin kokusu duralatmıştı beni. O koku, “gör beni,” diyordu adeta.
Birkaç adım önce portakal ağaçlarından gelen portakal çiçeği kokularında duralamıştım. Yasemin kokuları da baş döndürücüydü. Baharın uçlandığı şu mevsimde burada her bir şey “beni gör” diyordu sanki!
Bahçedeki güllerin seyrine dalarken, o görme/ durma/ gül koklama halimi gören balkondaki ev sahibi, sevinçle; “merhaba buyrun, gülü alabilirsiniz, bir makas vereyim size,” diyerek beni sohbetine çağırdı sanki!
O kokular, görüntü gül bahçesinde tutmuştu beni. “Güle kıyamam, dalında güzel,” diyerek fidan için bir gül dalı istemiştim ev sahibinden. “Neden olmasın,” sözü üzerine balkondan içeri girmiş, budama makasıyla dönmüştü. Adı Tayfun’du, Ayvalık’ta yaşıyormuş, bu yerin yerlisi olduğundan söz ederek, doksanlı yaşlarındaki annesine bakmak için geldiğini anlatmıştı bir çırpıda.
İki gül dalı kesip almıştım gül ağacından. Sonra, bir markete uğrayıp iki patates alarak, dalları patateslere açtığım oyuntulara yerleştirmiştim. Dönüş yolu uzundu. Solmamaları gerekti. Onları köklendirerek yeni evimizin bahçesine dikilecek ilk ağaç olarak düşlemiştim.
Vedalaşırken, Tayfun Bey; “ben şimdi merak ederim güllerin akıbetini, bana tutup tutmadıklarını haber verin lütfen, diyerek telefon numarasını vermişti.
Bir yerin yerlisi olma düşü insandan ve ağaçtan geçiyordu. Bunu da çocukluğumda bize bir bahçe kuran babamdan öğrenmiştim.
Dönüp karşıdaki sıradağlara bakınca, bir bahçe kurmanın ev kurmak kadar önemli olduğunu düşünmüştüm. Yer değiştiren zamanın dönemecindeydim. Benim için var olan şeylerin neler olduğunu bana bir kez daha hatırlatan, hatta gösteren, yeni bir görme yolculuğuna çıkaran Maurice Merleau-Ponty’nin “Görünür ile Görünmez”ini (*) okumaya vermiştim kendimi göl kenarındaki çay bahçesinde…
(*) Maurice Merleau-Ponty, Görünür ile Görünmez; Çev.: Hanife Güven, 2023, Doğu Batı Yay., 383 s.
edebiyathaber.net (25 Nisan 2023)