2001 yılı olmalıydı, Moda’daki evinde buluştuğumuzda, “yalnızlığa alışmaya çalışıyorum,” diyerek söze başlamıştı. Birkaç kitap üzerinde çalıştığından söz etmişti. Ama en çok da masallar üzerinde durmuştu o gün. Bir yanı buruktu. Torunları için yazdığını, onlara ancak böyle ulaşabildiğini anlatmıştı. Gene üzerinde çalıştığı Dulevi’inden okumuştu. O söngün hali gitmiş, bir ânda canlanıvermişti.
“Bir yazara gitmek yüce bir şey,” demiş, sonra da şunu eklemişti; “cesaret iyi bir şey, yazı da gitmek de cesaret ister!”
Koza Yayınları’nda gidip onu bulmamı, matbaadan yeni gelen Bağrı Yanık Ömer ile Güzel Zeynep’in yeni basımını bana imzalamasını; Mehmet Harmancı ile Ahmet Oktay’la ilk kez orada karşılaşıp tanışmamı konuşmuştuk.
22 yaşındaydım, Tarık Dursun K. anlatıcılığını keşfetmiş, kuşağının yazarlarına dönük yolculuğa çıkmıştım o günlerde. Kuşağını önemserdi, Cevdet Kudret’e, Tahir Alangu’ya sitem ederek; “hikâye ve romanı bize getirip bıraktılar,” derken, bana da; “bizim kuşağı sen yazmalısın,” imasında da bulunmuştu…
Şu günlerde tamamladığım “Edebiyatımızda 1950 Kuşağı: Kurucu ve Yönlendirici Anlatıcılar” kitabım Tarık Dursun K.’ya verdiğim sözle oluştu demeliyim.
O buluşma günümüz ve sonrasında, İzmir’e göçmeden önce, sıklıkla buluşurduk. Gavur İzmir Güzel İzmir kitabını özel bir basımla yayıma hazırlamama sevinmişti. Ardından Sümbülteber’le seçme öykülerini hazırlamamız… Onun çekmecesinde ve tezgahında sürekli kitapları vardı.
Foça’da bir buluşmamızda düzyazılarını içeren üç dosya koymuştu önüme. Bunlardan ilkini Ve Yağmur Denize Yağar adıyla 2014’te yayımlamıştım. Diğer dosyalarının düzenlenmesini bana bırakmıştı. Sanırım son yazısı “kalem” yazısı olmuştu. Kalem kitabı için istemiştim bu yazıyı da. Yazmaktan uzaklaşmaya başladığı sırada ona bir yazı isteğiyle gitmem canlandırmıştı Tarık Dursun K.’yı. Hele Karşıyaka’daki evinde, çalışma masasında fotoğraflarının çekimine hazırlanması ise tam bir şenlikti.
Şimdi o masa, o ev, o kitaplık yok artık.
Onu yitimi üzerine değerbilirlik gösteren Konak Belediyesi 27 Mayıs 2016’da İzmir’in Karataş semtinde 269. Sokak’ta açtığı “Tarık Dursun K. Yazar Evi”ni ne yazık ki bugünlerde kapattı.
Tarık Dursun K.’nın yazınsal birikimi, onun anlatıcılığı, Türkçeyi kullanmadaki ustalığının göstergesi yapıtları her dem okuruyla buluşmaya hazır. İthaki Yayınları onun bütün eserlerini yayımlamaya başladı bile. İlk aşamada şu yapıtları okura ulaştı: Rızabey Aile Evi, Hasangiller, Kurşun Ata Ata Biter, İmbatla Dol, Kalbim, Denizin Kanı, Alo, Harika Hanım, Nasılsınız?.
Masallar, halk hikâyeleri Tarık Dursun K.’nın anlatıcılığında hep başat öğe olmuştur. Onun edebiyatını besleyen, dilini zenginleştiren kaynak… yaptığı derlemeler, yeniden yazımlarla birlikte halk hikayesi anlatı geleneğinden yola çıkarak yazdığı öyküleri bir araya getiren Bağrı Yanık Ömer ile Güzel Zeynep bu alanda yazılmış en güzel anlatıları içerir.
Çocuklar için yazmayı da bu anlamda önemserdi. Hayal gücünü geliştirmek, dille, kültürle, geleneksel olanlarla bağlantılarını diri tutmaları isterdi. Onun edebi külliyatında bu çalışmaları da önemlice yer tutar. Bunlardan en oylumlu çalışması kuşkusuz Güzel Uykular Alara/Çocuklara Her Gece Bir Masal kitabıydı. Bunun yayımlandığı günlerde kendisiyle uzunca bir konuşma yapmıştım. Bunun bir bölümünü şimdi burada size sunuyorum.
***
Öykü ve romanlarınızda sözlü anlatı geleneğinin birçok özelliğinden yararlandığınız gözlenir. Masallar, halk hikâyeleri, söylenceler… Yazı dünyanızı besleyen kaynaklardan. Dilerseniz, önce, bu yakın duruşunuzun, kurduğunuz ilişkinin izleklerinden söz başlayalım.
Bir kuşak düşünün, ama özellikle taşrada (büyük kentlerin büyüsünden uzak kalmış taşrada) yaşayan bir kuşağın dış dünya ile ilişkisi ne olabilirdi? Çocukluğu, kendi dünyalarını zorlayan kadınların (yaşlanmış ve kocamış kadınların) zengin düşselliklerle kurguladıkları masallar, ilkgençliklerinde ise kahvelerde kış gecelerinin vazgeçilmez okuma sineması diyebileceğim halk hikâyeleri. Böylece çok farklı, değişken ve büyük kentlerin insanına uzak düşmüş bir dünyada büyüdü benim taşralı kuşağım. Ben de aralarındaydım ve bir gelecekte alabildiğine yararlanıp kullanacağım bu güzellikler hazinesinin pek bilincinde olduğumu söyleyemem.
Ancak yazarlık başlangıcımda bu hazineye gözlerimi çevirdim. Ankara’da öğrenciydim; yazı dünyasına ilk adımım, bu kentte yayınlanan Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yayın organı “Çocuk” dergisinde, yayın yönetmeni Ahmet Muhip Dıranas’ın yönlendirmesiyle yazdığım (daha çok ailedeki yaşlılardan, ninemden, annemde, mahallenin yaşını başını almış kadınların ağızlarından derlediğim) masallarladır. Bu masalların kaynakları arasında en çok ninemi sevmişimdir anlatıcı olarak. Okumuş yazmış bir aileden geliyordu ve belleğinde sayısız beyitler vardı, arada okurdu. Ne var ki, ben o zamanki çocuk aklımla ninemin okuduklarını hep dua sanırdım; çocukluk işte.
‘70’li yıllarda hikâyemde bir aşama yapmak ve çağdaş hikâyeye yenilikçi bir biçimlendirme getirmek amacıyla halk hikâyelerindeki geleneksel anlatıyı kullandım. Bu değişik ve benim kendime özgü olmasına dikkat ettiğim hikâye diline de yatkındı.
Sizin için çekici olan neydi, o kaynaklara yöneldiğinizde?
Dilin inanılmaz kıvraklığı, kayganlığı, ele avuca (daha doğru bir söyleşiyle) ağızlara ve kalemlere sığmazlığı. Anlatıcının ağzında bir ırmak gibi çağlayan bir dildi o.
Önce masalları yeniden yazdınız: Deve Tellal. Pire Berber İken (1970), sonra halk hikâyelerini. Masalları yazarken çıkış noktanız neydi?
O ‘70’li yıllarda edebiyat, baskıcı yönetim nedeniyle bir kaçış dönemini yaşıyordu; bunalım ya da bunaltı edebiyatının kendini göstermesi (kabul edilmesi demiyorum), bu yıllardadır.
Bir yazar, gerçekten bir yazarsa, yazmaktan başka bir şey elinden gelmiyorsa, yazmadan da duramıyorsa.. o zaman kendine yanlış ya da doğru kesinlikle bir çıkış noktası bulacaktır. Masalların yeni baştan, yeni bir yaklaşımla yazılması (ve halk hikâyelerinin çağdaşlaştırılması) bana çekici geldi. Üstelik dile tutkunluk, dile yeni biçimler vermek, dilin kullanım alanlarında yeni söylemler kazandırmak da olasıydı. Bunu önce masallarda denedim ve geçmiş hikâyeci birikimimle de üstesinden geldim.
Bağrı Yanık Ömer ile Güzel Zeynep (1972) halk hikâyesi anlatı geleneğinin yeni örneklerini içeriyordu. “Folklor”ün yazı için tehlikeli olduğundan söz edildiği bir dönemde yazdınız. Düzyazınızın besleyici kaynağını…
Tartışma, folklordan yararlanmanın tehlikeleri üzerineydi; ama, (belleğim beni yanıltmıyorsa) daha çok şiir ve onunla ilişkisi ana konu edinilmişti ve düzyazıya pek bulaştırılmıyordu.
Oysa, bizden önceki kuşak Orhan Veli’den Ahmet Kutsi’ye kadar) şiirde folklardan yararlanmayı denemiş ve başarmıştı da. Halk hikâyeleri bitmez tükenmez bir hazinedir. Bundan kimileri içeriğinden de olduğu gibi fakat yeni baştan bir anlatı biçimi uygulayarak yararlandılar. Ben, hem anlatı biçiminden (elbette kendi anlatı biçimimden de) yararlandım, hem o hikâyelerin içeriğini çağımıza getirdim. Doğrusunu isterseniz, Bağrı Yanık Ömer ile Güzel Zeynep benim de beğendiğim taze kan taşıyan hikâyeler oldu.
Masalın hafife alındığı, hatta görmezden gelindiği bir süreçte inatla bunları yazdınız. “Masalın zenginliği, folklor dalları içindeki hiçbir türde yoktur, olmaz da,” diyorsunuz. Sizin yüzünüzü masala döndüren, sürekli bir alışverişe yönelten duygu nedir?
Aynı yargıyı yine tekrarlayabilirim. Ama, bunun farkına varıp tadını çıkarabilmek için içinizdeki “o çocuk”u hiç büyütmemiş olmanız gerek. (Ben buna “uzatmalı çocuk” diyorum)
Düş dünyanız zengin olacak, tabii, gerçek dünyaya, insanlara bakışınızda. Hepsinin üstünde dile olan katkı çabanız öne çıkarılacak. Bunlar amaç olursa, masalı seversiniz, masalı yazarsınız da.
Bir anlatıcı olarak, masalı yazıda yeniden ele aldınız. Bir sözlü anlatı geleneğini yazıda okura iletme çabasını güttünüz. “Güzel Uykular Alara/Çocuklara Her Gece Bir Masal”, düşünce olarak nasıl oluştu?
Bu denli “hacimli” bir masallar kitabı yazmayı, derlemeyi, çevirmeyi, uyarlamayı (doğrusu ya) hiç düşünmemiştim, hiç düşünmüyordum. Tatlı bir olay gelişti; o olay sonucu, küçük torunum Alara’ya bir kitap borçlandım. Bu borcumu ödemek için de onun yaşına uygun bir masallar kitabı yapayım dedim; “Güzel Uykular Alara” böylece doğmuş oldu.
Yazma süresince kaynaklarınız nelerdi?
Kendi masallarımız ve bütün dünya uluslarının masalları. Birikim ve derleyip toparlama zaten öteden beri vardı dağarcık doluydu. Burada ilginç bir noktayı vurgulamak isterim; Masalın ana özelliği, yaygınlığıdır. Büyük, olağanüstü bir hızla ağızdan ağıza, çevreden çevreye, ülkeden ülkeye yayılıp gider. Göçler, savaşlar, insanlar arası başka ilişkiler, gidip gelmeler, ticaret ilişkileri, masalı da beraberinde taşır. O yüzden bir Türk masalının bir başka “versiyon”una Alman, İsveç, Rus, Bulgar ya da Yunan masalları arasında bulabilirsiniz. Örnekse, “Ölümden Kaçan Oğlan” masalının bir başka türde anlatılmışı İsveç masalları arasında yer almıştır. “Sikkenin Kesilmediği, Akçenin Basılmadığı Zamanlardan Kalma Masal” ve Lermontov’un “Aşık Garip”i gibi Tolstoy’un kaleminden bir “halk masalı” olmuştur.
Şudur önemli olan; “kaynak”, tartışmasız önemlidir, ama o kaynaktan yola çıkarak anlatılmışı yeni baştan yoğurup yazmak daha önemlidir. Burada yapılan; derlemecilik, belgecilik değildir. Siz onu yenilemekle kalmıyor, yeni baştan yaratıyorsunuz, onu çerçevelerini bozmadan, dil açısından yeniliyorsunuz demektir.
Nasıl bir yazma yönetimi seçtiniz?
Belki yadırgatıcı gelecek size, ama kendimi çocuklaştırdım ve kendi çocukluğum için yazdım; çünkü küçük torunum yanımda yoktu ve bir “masal sevgilisi” olarak nasıl bir tepki göstereceğini varsayamıyordum. Rahmetli karım sağ olsaydı, onu Alara yerini koyabilirdim. Alara yerine ben de içimdeki çocuğu uyandırdım. Karşıma alıp ona masallar yazdım.
“Yeniden Yazmak” düşüncesine katılıyor musunuz?
Katılmamış olsam, hiç bu çabaya girişir miydim?
Masallar, salt çocuklar için midir?
Büyüdüğümüzü, erginliğe erdiğimizi sanıyoruz, değil mi? Neye dayanarak ama? Sakalımızın, bıyığımızın bitmiş olmasına, evlenip boyunca çocuk ve torun sahibi olmamıza, iş güç sahipliğine erişmemize mi dayanarak böyle düşünüyoruz?
Bakın bakalım, özel yaşamımıza; gizli ya da açık, bilerek ya da güdüsel olarak yaptıklarımızdan acaba hangisi o “erişkin” olma niceliğinin ürünüdür? Yaz göklerindeki yıldızlar topluluğunu hiç seyretmediniz mi? Yolda giderken durgun ya da bir akarsu kıyısında durup bakmadınız mı? Bir yıldız ağdığında sevinmediniz mi? Köprüde durup balık tutanlara imrenmediniz mi? Ders yılı sonunda okullarda açılan resim sergilerine gidip mavinin sahiden mavi, kırmızının sahiden kırmızı, sarının sahiden güneş sarısı olduğuna dikkat etmediniz mi, bu canlı çocuk gözüpekliğinin yakıştırması renklerle içiniz ılımadı mı? Bir park kahvesinde otururken bir anlık da olsa, çelik çomak oynayan çocukların arasına karışmak, top koşturanlarla birlikte gazozuna terlemeye can atmadınız mı? İşte bunları ve bunları içinizde yaşatıyorsanız, yaşıtmışsanız, bu masalları sizin için de yazdım, siz de okuyasınız, yüreğinizi ılıtasınız diye yazdım. Masal okumak insanı çocuklaştırır, yitmiş gitmiş anılarına döndürür, böyle bir gücü de vardır onun.
Masal okuyun; çocuk olun, çocuk kalın.
Peki, masalların girişindeki ‘tekerleme’leri siz 52 kere yeniden döşediniz. Biraz bundan söz eder misiniz?
Gelenekte giriş bölümünün ilginç olmasını sağlasın diye her masal anlatıcısının kendince yakıştırıp uydurduğu bir “döşeme”si vardır. Ama bu döşeme’de yer alan tekerleme sayısını masal sayısı kadar çok sanırsanız, yanılırsınız; hiç de çok değildir, olsun olsun da 25-30 kadar. Ama siz her gece için bir masal yazacaksınız, önce her hafta için bir “tekerleme mekerleme şekerleme” yazmanız gerekir. Yanı sıra da 365 masalın her biri için bir “tekerleme” yazmak zorundasınız. Kaynaklarda, folklor araştırmalarında derlenmiş bulunmuş ne kadar “döşeme” varsa, bir bir taradım, rakam değişmedi.
O zaman şunu yaptım; edebiyata şiirle başlamış Tarık Dursun K.”ya gittim, o bana tam 365+52 “tekerleme mekerleme şekerleme” yazdı, daha doğrusu kafasından uydurdu, yakıştırdı, yaptı yapındırdı.
Sözlü ve yazılı kaynaklara döndüğünüzde, masalı diğer türlerden ayıran en belirgin özellik/ler nelerdir?
Düşsel zenginlik, anlatırken tanınan sınırsız özgürlüğü yine sınırsızca kullanma özgürlüğü, mantıksal bağlantı zorunluluğunun yokluğu.. Bunlar ve daha başka özellikler bir yazarın edebiyatta arayıp da bulamayacağı olgulardır bence. Yaşar Kemal’i Yaşar Kemal yapan, asıl “masal atası” yanıdır. Okurunu masallarla, o kurguyla çocuklaştırıp gönendiriyor. (Çok da iyi yapıyor, yazarın bir işlevi de bu değil midir?)
Kitabın resimleme serüveninden söz edelim biraz da. Mustafa Delioğlu ile bu buluşma nasıl gerçekleşti, siz ne istediniz, o ne resmetti?
İnanmayacaksınız, birbirimizi çok iyi tanıyor olmamıza karşılık, bu kitap için karşı karşıya gelip iki satır olsun konuşmadık. Ama geçmiş ortak çalışmalarımızdan o da, ben de istediğimizi, ne beklediğimizi çok iyi biliyorduk. Ben böyle bir çalışmayı (rahmetli) Ferruh Doğan’la yapmıştım. Bir şey daha; Delioğlu eşsiz bir “uzatmalı çocuk”tur.
Şimdilerde neler yazıp neler yapıyorsunuz?
Tembellik yapmak istiyorum, uzun bir süredir çalıştığım fakat bitiremediğim “Dullara Mahsus” hikâyeler kitabımı bir an önce bitirip yayımcıma teslim etmek istiyorum. Yeniden masal yazmak istiyorum. Büyümek istemiyorum, torunlarımla yaşıt olmak istiyorum.
edebiyathaber.net (2 Mayıs 2023)