Göğün morluğundasın, sabahın serinliğinde kuş sesleriyle uyanıyorsun. Pencerenin camında yağmur tanecikleri. Gece yıkamış her bir şeyi. Toprak toprak kokuyor, yeşil yeşil…
Alıp başını gitmek isteyeceğin bir yer yok artık! İşte o yer burası. Zamanın durduğu, duyguların menevişlendiği, kokuların burculandığı, düşüncelerin kanatlandığı yer.
Yer değiştirmenin dilini bulmaya çalışıyordun nicedir. Kaygı değildi seninkisi, dostunun anlattığı hikâye ötelerde kalmıştı sence. Yeni zamanın dilinde, sözündeydiniz artık. Avunçlu çağlar bekliyordu sizi.
Gözlerin yıkanıyor yeşille. Mor dağlar tanımı buraya yakışıyor demek ki. Başka ne istersin hayat, böylesine renk cümbüşü varsa sabahında.
Göğü gördüm, imkânına tutundum diyordu senin şairin. Şimdi onun durup baktığı, gördüğü, hissettiği yerdesin.
Burada her bir şeyin adı, rengi, dokusu var…Hatta hissi var. Hiçbir şey diğerinin yerini alamıyor. Yasemini kokusundan anlıyorsunuz, portakal çiçeklerinin aroması baş döndürücü. Şimdi, burada, gelincik zamanındayız diyebiliyorsun.
Kaplumbağalar uykusunda uyanmış, bir kirpi bakışlarını gösteriyor sana. Çiko ile Maya buna adeta delileniyor. Bir oynaşma, kucaklaşma hali var onlarda. Komşuları kaplumbağalar, kirpiler, evin alt yanındaki derenin yengeçleriyle Canbaş haldeler… Kuşlar seyrediyor onları. Sığırcıklar, kırlangıçlar. Leylekler henüz, uğramamış vadiye. Ama geçerken ovadan bir leylek katarı görmüştün. Göçle geliyorlardı demek…Göğün maviliğinde sıradüzen içinde süzülüşlerini, rengarenk kuyruğuyla hayranlık uyandıran baştankaranın çam dalları üstündeki dansını durup izlemiştin…
Yağmur bekleniyor, güneşte solgun bir kızıllık var. Demek ki gün buğulanacak, vadi şenlenecek bugün. Oysa burada her gün bir şenlik var. Kardeşin; “bahçeyi bu mevsim ekeceklerimle çoğalttım, kalabalığız artık,” diyor.
Kuş sütüne gerek yok, masamızdaki her şey bahçeden, sobamızdaki dallar yanı başımızdaki ormandan…Tarlalar tarlalar göz alabildiğince uzayıp gidiyor…
Bir diğer kardeşin “karakılçık buğdayı ektik bu yıl, bire beş veren,” diyor. Demek ki ekmeğimiz de bu tarladan gelecek,” diyorsun.
Kuş seslerindesin çayının ilk yudumunda, sabahı karşılıyorsun; gönlün bahar yaylası adeta!
Günü Şenlendiren Gün
Seslere gidiyorum burada, bir de renklere…Uğunuş gibi bir şey her birinin yaşattığı. Sobanın harlı ateşi o sesçil bakışı taşıyor bana. Izgaranın gözeneklerine yansıyan, oynaşıp duran alevin renkleri dalga dalga yayılan ışıltının göstergesi…Yanan meşe odunun çıtırtısı…Harlanan ateşte iyice ısınmaya vermişken kendimi yeşile dönüyorum yüzümü… Sayamayacağınız tondaki bir rengin bunca çeşitliliği şaşırtmaz mı sizi…
Eski bir Mısır kitabında okumuştum yeşilin üç yüze yakın tonu olduğunu. Buradakileri saymaya kalksam ona erişebilir miyim bilemem, ama her bir renge yüzünüzü döndüğünüzde görüp gözlediğiniz birinin diğerine taşıdığı ahenk ve uyumdaki aura… Doğanın nasıl bir şenlik içinde nefes aldığını hissetmem başka sesleri duymamı, başka renklere gitmemi ateşliyor…
Ateşin yakınındayım, toprağa dokunuyorum, suyun sesiyleyim, günü böyle nefesliyorum. Yağmur yağdı yağacak. Gözlerimi alamıyorum o renk değişiminden. Sedir ağacının yere kanat açmış salkım saçak halinde bakışlarım.
Akdağlar sisten görünmüyor.
Çiko ile Maya erkence ayaklanmış. Bahçenin yanı başındaki buğday tarlası başaklanmış iyice. Yüzeyi sabahın esintisiyle dalgalanıyor.
Bir süre o dalgalı salınışı seyrediyorum.
Burada gün nerede başlar nerede sonlanır onu düşündüm.
Bana eşlik eden Cioran’ın “Çürümenin Kitabı”na göz atıyorum. Uzaklaştığınız yerde olanı biteni ardınızda bıraksanız da; yaşadığınız coğrafyadaki her bir şey gün gün hayatınızı yokluyor ister istemez.
Burada göçerliğin izleri yoğun… İlgisizlikleri toprağa doygunluklarından değil; artık toprağı işlemeyi bilemediklerinden. Hayvancılık ise, “saldım bayıra” zihniyetine göre yapılan bir şey. Onları avutacak “nema”, “devlet veriyor nasılsa” denilerek kendilerini “kul” görmeye yetiyor.
Benim penceremden gördüklerimin bir bölümü bu.
Cioran ‘ın sözlerine ilişiyor bakışım, yağmuru beklerken:
“Yokluk fikri, emek veren insanlığa özgü bir şey değildir. Zahmet çekenlerin, kalıntılarını tartmaya ne zamanları ne de istekleri vardır; talihin sertliklerine ya da bönlüklerine boyun eğerler; ümit ederler. Ümit bir köle meziyetidir. (*)
Günü gördüm, can’ı sevdim, hayatı nefesledim diyebilmek için buradaki her bir şeye yüzünü dönmeniz gerek.
Yoksa, ötedeki eksik/ aksak yaşantılardan bir farkınız olmaz kapanarak yaşarsınız. Bahtsızlık dediğiniz şey de öylece gelip size karanlığını göstermez mi?
Doğa size iyimserliği elleriyle sunar, bilmem farkında mısınız bunun?
Her gün, keder atlasına bürünerek yaşamak yerine; kendi cennetinizi yaratarak patikanızı oluşturabilirsiniz doğaya yüzünüzü döndüğünüzde…
(*) E. M Ciorian, Çürümenin Kitabı; Çev.: Haldun Bayrı, 2000, Metis Yay, 185 s.
edebiyathaber.net (9 Mayıs 2023)