“Yaralar vardır hayatta; ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.”
Yaralanan dertler, kederli bakışlar sünger gibi çekip alırsa sizi içine ne yaparsınız?
Solgun ölün zamanların içinden geçiyorsanız hele …
Çıkıp geldiğin yerde bunları sana hatırlatan bir bakışın izini sürsen de; yani onun sözlerini hatırlatan duygu ve yaşam ikliminde yaşananlara dönük olsa da düşüncelerin; “şimdi burdayım, gelincik tarlasından bakışlarım, mavi göğün altında umudu ve yaşama sevincini kucaklıyorum,” diye yazabiliyorsun uzaktaki dostuna.
Bordeaux göğünde yaşıyordu o da. Sürgünlüktü bir nevi yaşadığı. Ama bunu ötelemenin zorluğunu bilerek o da bir bahçe yaratmış, toprağa dönmüştü yüzünü.
Şunu yazmıştı sana o günlerde:
“Bahçeli bir ev edindim, bana burada yurttaşlık verdikleri gün. Toprağa dokundum, ağaçlar diktim, sebzeler, meyveler yetiştirmeye verdim kendimi. Her gün bu bahçede ülkeme kavuşmuş, çocukluğumun Kırşehir’inde yaşamış gibi hissediyorum kendimi…”
İnsanın kendine avunç çağları yaratabilmesi hiç de kolay değil.
“Neşe kederden daha çok cesaret istiyor,” dememiş miydi Galeano?
Şimdi, o neşe ve keder çağlarını yaşayabilmek için buradayım.
İnsansanız, her ikisi de vardır hayatınızda. Kaçmak yerine bakmak, görmek, hissetmek, dokunmak ve tadabilmek; o çağlarınızı var edebilmek için bunlarla koyun koyuna yaşamayı bilmeniz gerekir.
Duyulan, Hissedilen…
Minnet duygusunu bilir misiniz?
Maya ile Çiko’nun gelinciklerle bezeli bahçede oynaşmalarını izlerken o duygunun bir canlıdaki suretini demeliyim.
Maya’yı annesi bırakıp gidince, ilk yavrusu Çiko ona sahip çıkmış, o minnacık varlığı bahçeye taşımıştı. Gözleri yumuk yumuktu. Onu yanıbaşında tutmuş hep, büyümesine el vermişti gözler önünde. Şimdi gene dip dibeler, yemede içmede, oynaşıp gülüşmede…
Bazen, Maya’nın Çiko’ya, yaşama tutunmasına elverdiği için minnet duyduğunu hisseder, hatta gözlerim davranışlarında.
Kızkardeşimin gelip burada dağın yamacının açıldığı vadide gelinciklerle, ağaçlarla bezeli bir bahçe kurup ev yapmasına neden olduğu için en küçük kardeşimize minnet duyduğunu söylemesi duygulandırmıştı beni. İyicil minnet duygularını sevmeliyiz, hatta onlardan bir şeyler öğrenmeliyiz derim…
Zamane Dilinden Öte
“Fakat ben gölgem için yazıyorum, gaz lambasının duvara yansıttığı gölgem için…”
Sadık Hidayet
Yazarak gidince kendi sesinize dönüyorsunuz. İçte ve dışta olagelen her imge, bakış, düş ve düşünce orada biçim alıyor.
Dil zamanı, dil çağı dediğim şeyin inşası da işte o buluşma yordamıyla oluşmaya başlıyor.
Julio Cortazar’ın “Takipçi” öyküsünün anlatıcısı Bruno’nun anlatıdaki sesi/ bakışı bana el veriyordu kör müzik ustamı anlatmaya…
“Dilde Bu Yâre” adını verdiğim öykümü yazalı çok olmuştu… Ortaya çıkarmadığım göre benim için bitmemişti. O haliyle okur okuyabilirdi de… Gene de beni durduran bir şey vardı!
Okuru ikna etmek için yazdığımı söyleyemem.
Hep yazının yanındayımdır. İyi yazılmış bir yazı/ anlatının…
“…gölgem için yazıyorum.” diyen Hidayet gibi mi bakıyordum yazmaya? Çok da öyle değil!
Kendimi ilkten bir “ses arayıcısı” gibi görürüm. Ve “resim seçici”…
Görsel hafızam yazarken beni ivdirir.
Bruno’nun sesinde beni yakalayan neydi diye sorarsanız, öykünün şu pasajını birlikte okuyalım ilkten dilerseniz:
“Elimden geldiğince gülümsüyordum, haklı olduğunu belli belirsiz anlıyordum, ama onun kuşkulandığı ve benim onun kuşkusundan sezdiğim şey her zaman olduğu gibi sokağa çıkıp gündelik yaşantıma dalar dalmaz silinecek. Johnny’nin o sırada bunları söyleme sebebinin sadece yarı deli kişiliği ve gerçekliğin, arkasında onun bir umuda dönüştüreceği bir tür parodiye bırakarak elinden kaçıp gitmesi olmadığından eminim” (*)
Aradığım ses, bakış, bilinç, bellek, hatta imge yordamlarının kapılarını açan tını onun anlatısında karşıma çıkıyordu.
Biliyordum ki; bu, onun gibi yazmaya götürmeyecekti beni. Şu an bulunduğum yer/ mekân dağa, masamda beni çevreleyen nesnelere ışıdığını düşüren güneş, kuş sesleri, gelinciklerin renk ağışması, Çiko ile Maya’nın çevremde gezinmeleri, ötede koyun sürüsünden gelen melemeler, karşıdaki sıradağların enginliklerindeki kar beneklerinin bana taşıdıkları şimdi yazma ânımın yeni bir bakışla beni kuşattığını söyleyebilirim.
Her yazının düş ve gerçek zamanı vardır.
Olanı biteni birebir resmetmeyeceğinize göre; bir imge, bir gerçeklik tınısı yeter size.
Cortazar, caz müziğinin benzersiz adı Charlie Parker’ın öyküsünden yola çıkarak yazmıştı “Takipçi”yi. Üstelik doğaçlama bir anlatı biçimini önceleyerek, bir caz ezgisi gibi…
Şimdi söz sırası “Dilde Bu Yare”yi yeniden yazmaya geldi sanırım!
Sözün Arayışında
Döngü demeli belki de buna…
“Çaltıözü’nde Sabah”ı yazmayı düşünürken, araya öykü girdi. Okuma/ düşünme zamanı. Bırakıp her şeyi o sesin ardına takıldım, unuttum ilk yazdıklarımı…
Başka sözler, başka seslerden her dem alacağı vardır yazan kişinin.
Görerek yazınca daha çok şeyi hatırlıyorsunuz. İş anlatmaya gelince, duralıyor, zihninizin filtrelerine başvuruyorsunuz.
İlkten o hatırladığım “hakikat”ten söz ettim. Kendini bir kazayla kötürüm bırakan genç kadının öyküsünü anlattım. Ondan söz ederken, yardımcısı Lara’yı anmamak ne mümkündü.
Konumuz “yara” ve minnet”ti.
Bu iki genç kadının öyküsü ötede bekliyordu beni.
“İstese bir ayda düzelir, ayağa kalkıp yürür,” demişti onu benimle tanıştıran dostum.
Onun öyküsünü kendisini dinledikten, gidip atölyedeki taşlara renk ve desen veren çalışmalarını da gördükten sonra; Lara’nın ona duyduğu minneti, onun da yaralı ruhunu Lara’ya teslim edişini gözleyince şunu demiştim kendime:
“Lara’yı asla kaybetmek istemediği için iyileşmeyi seçmiyor!”
Bundan fazlasını şimdi yazamam buraya. Çünkü, Lara’nın asıl öyküsünü yazmak istiyorum.
Her daim şunu derim:
Yazabileceğiniz bir öyküyü sakın kimselere anlatmayın ki; büyüsü bozulmasın…
Sanki Zamansız!
Çaltıözü’nde bunu hissediyorum nedense! Yaşama döngümün algısı değişiyor. Doğanın kendi içindeki devinimi, birbiriyle bağlantısını seviyorum. Ağaçlar, otlar, böcekler, hayvanlar, bitkiler ve insanlar öylesine uyumlu ki uyumlu ki; bu da bir zaman mekânı yaratıyorlar evrende oluştukları yerde.
Bir tümülüsü andıran çamlık tepe tam karşımda, bunun solunda upuzun sıradağlar silsilesi…Berimizde küçük bir çağlayanı andıran sessizce akıp duran dere ve önümüzde de yol boyu her geçene kılavuzluk eden su kanalı var.
Ara yerde zaman, diyebileceğim bir mekândayım. Ahşaptan yeni yapılmış bir orman evi… Size derin bir nefes aldıran burasını tanımlayan ilk şey sessizlik, ışıltılar içinde odalar ve yanan odun sobası.
Zaman baharın son demlerini gösterse de, sobanın sıcaklığının çağrısı bu yörede yaşayanların vazgeçilmez nidası kulaklarında bir ezgidir:
“Çaltıözü akşamları soğuk olur.”
(*)Julio Cortazar, Bütün Öyküleri: 1, Ötekinin Rüyası, (“Takipçi”); Çev.:Süleyman Doğru, 2016, Can Yay., 352 s.
edebiyathaber.net (16 Mayıs 2023)