Sözün ardı/önü 2: Yaşayınca görüyoruz… | Feridun Andaç

Şubat 21, 2023

Sözün ardı/önü 2: Yaşayınca görüyoruz… | Feridun Andaç

İçimdeki bütün şiirler öldü.”

Shakespeare, Wilhelm II

Sesi sese ulaştıran ne?

Duygu mu, düşünce mi?

İnsanlık hallerine, yaşanan onca gerçeğe bakınca; daha da ötesi bir durum/duruşla karşılaşıyoruz.

Jean-Paul Sartré, Simone de Beauvoir’la söyleşilerinde onun bir sorusunu şöyle yanıtlıyordu:

“Ölümsüzlüğe edebiyat yoluyla ulaşmayı umuyorum, felsefeyse bunu sağlayabilmek için bir araç. Ancak benim gözümde, felsefenin tek başına bir değeri yok çünkü koşullar değiştikçe felsefede de değişiklikler olacaktır. Bir felsefe ancak içinde bulunduğu an için geçerlidir, insanın kendi çağdaşları için yazdığı bir şey değildir; zamanın ötesinde bulunan gerçeklikler hakkında tahminler yürütür; sonsuzluktan söz ettiği için de kaçınılmaz olarak yeni felsefelerce aşılacaktır. Bizim bugünkü bireysel bakış açımızı fazlasıyla aşan şeylerden söz eder. Buna karşılık edebiyatsa şu anki dünyanın bir dökümüdür; okuduklarımız, konuştuklarımız, tutkularımız, yolculuklarımız aracılığıyla keşfettiğimiz dünyayı anlatır. Felsefe bundan daha öteye gider. Örneğin bugünkü tutkularımızın ilk çağda var olmayan, yeni tutkular olduğunu var sayar, aşk gibi.”

Edebiyatın “mutlak niteliği”ni öne alan bir bakıştır onunkisi. Yaşarken hissedileni, görülüp edileni dönüştürebilmenin yoludur edebiyat. Taşıyıcı olması, etkileyici bir kaynağa dönüşmesi de bundan. O nedenle yazar, giderek yazan kişidir. Gören, hisseden, gözleyen; her birini yeni bir dile dönüştürerek anlatandır. Yeryüzündeki her bir olgu, olay, durum, yaşamsal gerçeklik onun odağındadır. Gitmeyi bu yüzden seçer yazar.

***

Hatırlıyorum, “11 Eylül 1980” askeri darbesinin eşiğindeyken, K.Maraş’ın Andırın İlçesinde Akifiye Köyü  Ortaokulu’nda öğretmenlik yaptığım günlerde en çok karşıma çıkan /  konuşulan konu 19-26 Aralık 1978‘de yaşanan “Maraş Katliamı”ydı. Bazıları bunu, o günlerde “Maraş Olayları” diye nitelendiriyordu. Aralık 1979’da o kasabaya vardığımda, bir kaçış /sığınış zamanını yaşadığımı biliyordum. Burada kısa bir süre eyleşip, yaşadığım İstanbul’daki kaotik günlerin sona ermesini bekleyecektim. Diğer yandan da bir edebiyat tutkunu olarak Anadolu’yu tanımak/keşif yolculuğu bu benim için.

O günlerde K.Maraş “korkulu kent”ti. Adım atılması, sokaklarında caddelerinde gezinebilmenin zor olduğu bir yerdi.

Tam 40 yıl sonra o kente döndüğümde o günlerden izler kalmamıştı.

Şelâle Çay Bahçesi’nde, bir yaz günü oturup, kentte yıllar öncesinde yaşanan bir “aile dramı”nın öyküsünü yazarken; karşıma çıkan imgeler/görüntüler beni bir ân duraklatmıştı.

Asıl öyküyü yazmayı bir yana bırakmış, “Baş Edebilir misiniz” adını verdiğim bir “anlatı”ya başlamıştım. Yazarken gördüğüm, hissettiğim şuydu; hayatı tutkuyla sevmek , tutkuların peşinden gitmek bazen insanı körleştirebiliyordu…

Yaşanan o kardeş, intiharlarının arkasındaki gerçekliği bana anlatan/ hissettiren “insan”la söyleşmemin ardında gelip o çay bahçesinde bu öyküye dönmüştüm yüzümü… Yazarak, o hissedilen/ gözlenenleri kayda geçmek istiyordum.

Öyle de olmuştu. 

Akşam karanlığına kadar o çay bahçesinde yazadurmuştum…

Sonra, otel odama döndüğümde, yanıma aldığım, o kaos günlerinde okuduğum Çehov’un

“Altıncı Koğuş”una göz atmıştım… Hasan Ali Ediz ‘in çevirisini okurken uzunca bir Çehov yazısı yazmıştım Akifiye’de.(**) Yaşanan günlerle özdeşlik kurarak o yazıyı kaleme aldığımı hatırlıyorum şimdi.

40 yıl sonra K.Maraş‘a döndüğümde, bu kez gene Çehov anlatısıyla beni karşılamıştı. Bu kez de şu satırların altını çizerek yeniden okuyordum:

“Maddenin dönüşümü… Ölümsüzlüğün karşısında bu ucuz bahaneyle teselli olmak ne büyük korkaklık! Bilincin dışında doğada meydana gelen bu süreçler, insan aptallığından daha aşağıdır, çünkü aptallıkta bile bir bilinç ve irada mevcuttur; süreçlerde ise buna eşdeğer bir şey yoktur. Yalnızca ölüm karşısında saygıdan çok korku duyan bir korkak, bedenin zamanla bir otun, taşın ya da kurbağanın içinde yaşayacak olmasıyla teselli olabilir. Maddenin dönüşümünde kendi ölümsüzlüğü görmek, kırılan ve artık faydasız olan değerli bir kemanın kutusuna parlak bir gelecek öngörmek kadar gariptir.” (s.25)

Çehov, bu anlatısında dönem Rusyası’nın çöküşe sürüklenen manzarasını anlatıyordu. Taşra gerçeğinde bir akıl hastanesinde yaşananlar toplumun çürüme ve yozlaşmasının simgesi olarak karşımıza çıkıyordu.

Çehov, görünenin ardındaki gerçeğe döndürüyordu bizi.

O gün, Şelâle Çay Bahçesi’ne giderken Maraş Çarşısı’ndan geçmiştim. Bir aktara uğramış amber sormuştum. Söze durmuştuk otlardan, kokulardan konuşurken O Maraş isotunu önerirken; ben de “tadımlık ot” istiyorum demiştim gülerek.

Aktar, bilgece bir edayla gülümseyerek, ne dediğimi anlayarak; ‘toplum artık modernleşti, ot’a gerek yok; hapla geçiştiriliyor derdini’ demesini unutmamıştım o gün bugün.

Çehov’da bu anlatısının bir yerinde şunları söylüyordu: “Acıyı küçümseyebilmek, her daim memnun olmak ve hiçbir şeye şaşırmamak için işte tam da şu aşamaya gelmek (İvan Dmitriç şişman, yağ küpüne dönmüş köylüyü işaret etti) ya da her türlü duyarlılığı yitirmek için sonuna kadar acıyla yoğrulmak, başka bir deyişle, artık yaşamamak gerek.” (***)

Şimdi dönüp acıya bakmak, dokunmak, buna doğru yürümek zamanı… 

(*) Jean-Paul Sartré ile Söyleşiler: Ağustos-Eylül 1974, Simone de Beauvoir; Çev.: Hasan Can Utku, 2023, Everest Yay., 472 s.

(**) “Öykü Ustası Çehov ve Önemli Yapıtı ‘Altıncı Koğuş’”, Gerçekçilik Yolunda, Feridun Andaç, 1989, Cem Yay., 312 s.

(***) Altıncı Koğuş, Anton Çehov; Çev.: Yulva Muhurcişi, 2017, T. İş Bank. Kültür Yay., 68 s.

edebiyathaber.net (21 Şubat 2023)

Yorum yapın