Gözlerine bakamazdınız. Öyle dik dik bakardı ki size, alı al moru mor kesildiği ânlarda yüzünün başkalığında iki alev gibi çakmak çakmaktı gözleri.
Dili tutulurdu öylesi durumlarda.
Azık torbasında taşıdığı sığırcık öleli beri küskündü. Öyle böyle değil; sınığa, derslere, kara tahtaya, bahçeye, hatta bana da küskündü.
Sığırcığını nefessiz bırakan Seyfi olduğunu söyleyeli beri her şeye, herkese küsmüştü.
O gün, derste, postadan yeni gelen kitabı onlara okumak istemiştim. Haftada iki saatimizi kitap okumaya ayırırdık. Bazen bu saatleri geçtiğimiz de olurdu. Kendilerini okunan kitaptaki öyküye kaptırdıklarında, ben de ses etmez, sesli okumamı sürdürürdüm.
O gün, Vasconcelos’un “Şeker Portakalı”nı onlara okuma duygumu körükleyen uzaklardan gelen bir kitap olması, benim askeri darbe sonrası tutulduğum yerden bırakılıp özgürlüğe kavuşmamın bir armağanı gibi gelen bu kitabı iki gecede okuyup bitirdikten sona; ‘bunu mutlaka çocuklarla paylaşmalıyım’ düşüncesini taşımam.
Kısa bir girizgâh yapmam çocukların ilgisini çekmişti. Başını iki elinin arasına alıp uyuklar gibi duran Celo’nun beni pürdikkat dinlediğini atak biçimde yerinden sekinerek kalkıp soru sormasından anlamıştım.
“Bize çok benziyor öğretmenim, nerede yaşıyor?”
O günlerde hayatına dair çok şey bilmememe rağmen; Zezé’nin öyküsünün biraz da yazarın kendi hayatından izler taşıdığını söylemiştim.
Ona “Celo” diyordu bütün çocuklar. Biz öğretmenler de, bu adı ona çok yakıştırdığımızdan, öyle seslenmeye başlamıştık.
Zezé’nin başından geçenler onun ilgisini çok çekmişti.
Kitabı daha yarılamamıştık, Celo:
“Ben de okuyabilir miyiz,” demişti ikinci okuma saatimizde.
Buzları çözülen Celo, bir ânda aramıza dönmüş; herkesle konuşur olmuştu.
Celo’nun o pür dikkat dinleyişlerinden, ilgisinden, arada bir sorular sormasından kitabın hiç bitmesini istemediğini anlıyordum.
Nefes aldığımız ânlarda masama gelip kitaba dokunması, sayfalarını karıştırması onun yüzünde çiçekler açtırıyordu.
Okumamız bittiğinde, kitabı bir geceliğine kendisine vermemi istemesi karşısında duralamıştım.
“Öğrencilere kitap dağıtıyor, tehlikeli şeyler okutuyor,” diyerek sıkıyönetim komutanlığına şikâyet edilmiş, bir soruşturmayla kısa bir süre gözaltında tutulmuştum.
Bir ân ikirciklendim.
Aramızdaki kitaba dokundum. Verip vermemekte kararsızdım, gene başıma bir iş gelebilirdi.
Celo’ya, bunu sınıfta okuması için verebileceğimi söyledim. Suskunca birbirimize bakakaldık bir süre…
“Bu da olur öğretmenim,” diyerek, kitabı kaptığı gibi sınıfın en arka sırasına koşar adım gidip oturup kitabın sayfaları arasında adeta kaybolmuştu.
Yerimden kalkmamış, onu gözlemlemeye vermiştim kendimi. Kendisini öylesine kaptırmıştı ki; abandığı sıra, kitap ile bütünleşmişti sanki!
Kitabı ondan ayıramayacağımı düşünerek; öğleden sonra, son ders çıkışı, Celo’yu, okula iki saat uzaklıktaki Canbaz Köyü’ne uğurlarken;
“Şeker Portakalı”nı bir gazete kâğıdına sararak kendisine vermiş, tembihlemiştim de; kitabı başka birine vermemesi için.
Bunu, İstanbul’a döndüğümde, kitabı bana postayla gönderen Erdal Öz’e anlatmıştım.
“Yaz bunu, Feridun,” demişti.
Güz gelince köye dönmüştüm gene bir bavul kitapla. “Şeker Portakalı”ndan birkaç adet almayı da ihmal etmemiştim.
Kitapları çocuklara dağıtmadan önce, masamda sarı bir zarfın beni beklediğini görmüştüm. Ürpererek açtığım zarfta, Tuğgeneral Yusuf Haznedaroğlu’nun imzası vardı…
***
Celo’yu “Paşa’sı Yok Dağların”da yazdım, bunu şimdi okura taşımanın zamanı sanki!
“Şeker Portakalı”nın Türkçede yayımının 40. Yıl baskısı, gene bir köydeyken elime ulaştı. Kurduğu bahçeyi cennete çevirerek çocukluk hayallerini gerçekleştirmek isteyen birinin öyküsüne kendimi vermiştim… Mehmet Baydur’un oyun yazarlığını anlatıyordum bir dersimde. Hayatımızın gölgede kalan yanlarını nasıl aydınlattığından söz ediyordum. “Omurga” denemesini okumuştum öğrencilerime.
Yaşamda ve yazıda bir omurga oluşturabilmenin iklimini nasıl yaratabileceğimizi hatırlatıyordu Baydur.
Yaşam boyu şefkat arayan, sevgiyle beslenerek yaşamak isteyen, ama giderek de yalnızlaşan birinin kurduğu bahçedeki her bir şeyi tek tek gözlerken, görkemli bir sığla ağacının gölgesinde kendime yer açıp “Şeker Portakalı”nı tam kırk yıl sonra yeniden okumaya verdim kendimi; Erdal Öz’ü ve Celo’yu anarak…
edebiyathaber.net (15 Ağustos 2023)