Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler”ini birkaç açıdan severim. Dokunaklı bir anlatıdır. Okuma belleğimde bunca yıldır yer etmesini yalnızca buna veremem.
Yalınlığı, saydamlığı, anlatıdaki duygu tınısı… O karşılaşma ânının, Nastenka ile “Hayalperest” gencin diyaloglarına yansıyan gerçeklik…
Ve “bir hikâyesi olmak…”
-Benim anlatacak hikâyem yok, diyen “Hayalperest”e, Nastenka itiraz eder:
-Nasıl olur, her insanın bir hikâyesi vardır.
Dostoyevski’nin “naif dönemi”nin bu uzun öyküsü, iz bırakan/etkileyen bir anlatıdır. Öyle ki; hayatın her alanında karşımıza çıkan bir söyleme bile dönüşmüştür Nastenka’nın bu sözleri…
“Hikâyeni anlatmak” gerekli midir? Ya da şöyle sorayım; nereden başlamalı hikâyeni anlatmak için?
Herkesin bir hikâyesi olduğuna göre…
Gene de şunu derim; anlatılmaya değer olanı anlatın.
Yazan bir toplum olabilmenin yolu sanki buradan geçiyor.
Yazılmaya değer anılar, hikâyeler elbette ki var. Toplumun her kesiminde bunların örnekleri karşımıza çıkıyor.
***
İş insanı Kemal Gülman’ın anılarını “ ‘İş’ten Hikâyeler Tecrübelerim, Tavsiyelerim, 2022) okuyunca; bir doğuş/oluş/varış öyküsüyle birlikte ülkemizin birkaç dönemine de tanıklığın anlatımını buluyoruz. Hayatını ticarete adayan birinin öğrenme /yaşama yolculuğunun deneyimleri anılarında öğretmeye de dönük bir bakışı içeriyor.
Yazmak, kendini anlatmak kaçınılmaz biçimde tanıklıklar içerir. Hele oradaki hayatınızda hikâye ettiklerinizin başkalarına da dokunan yanları varsa; dünyayı anlamaya çalışan birinin el aldığı bir hayat felsefesi anlatılmaya değer bir öyküye dönüşüyor.
Anılarda Kalmamalı
Cem Karaca’yı anlatan “Ömrüm” (*) kitabını okurken, Karaca’nın kendine dair ne çok yazabileceği şeyin olduğunu gördüm. Yaşanmaya değer bir hayat yazılmayı da bekler sizden.
Cem Karaca’nın hayatı öylesi hayatlardan biri. Ona dair yazılanları okuyunca, başkalarının yazması için yaşanmış bir hayatın izlerini gördüğümü söylemeliyim.
Burada karşımıza çıkan yalnızca hayatından bir kesiti içeriyor.
Kitabı bir solukta okuyup bitirdiğimde, Karaca’ya dair bende iz bırakan birkaç anlamlı cümle oldu ne yazık ki…
Anı diye aktarılan bir hayatın tanıklığı yavan geldi bana.
“Bakın, onunla neler yaşadım,” demek gibiydi. Özetlenmiş bir yaşamdan kesitler…
Kitabın kuruluşundaki derme çatma “belge” niteliğinde mektup ve soluk fotoğraflar sanki o yaşanmışlığın “kanıt”ı gibi geldi bana.
Anı yazmak “özet” değildir, bence. Eğer yaşadıklarını içselleştirerek anlatamayacaksan, başkalarına da onlardan söz etme derim.
Anılar, yaşayan kişinin anlatımında kıymetlidir, inandırıcıdır. Bunu birine aktardığınızda artık o “belgesel” niteliğe dönüşür ki; bunu sizden alıp yazan kişilerin o noktadaki araştırmacı/yorumcu/taşıyıcı bakışı anıya konu edilen kişiyi bize daha iyi anlatır.
“Ben yaşadım, siz yazın”la olabilecek gibi değildir.
“Övgüler, Yergiler, Atışmalar” (**)
Atillâ Dorsay, dolu dolu yaşanmış bir ömrün tanıklığına kapı araladığı bu yeni anı-polemikler kitabında, gene sinemanın izini sürüyor. Oradaki hayatında yer alan insanlar, yaşanmış olaylar, karşılaşılan durumlardan yola çıkarak anılar demetini sunuyor. Onun tanıklığında anlatılabilir bir dünyanın anekdot vari öyküleri, anıştırmalar, yaşanmış olaylar, durumlar aslında yazılmayı bekleyen bir anı kitabının dipnotları gibi geldi bana.
Hikâye anlatmayı seven Dorsay, sinema tarihine kayıt düşülebilecek tanıklıklarını yazmasını bekleyeceğiz sanırım! Bu kitap biraz da bunun işareti gibi geldi bana.
(*) Ömrüm/ Cem Karaca’nın Almanya’daki Sürgün Yılları, Ceyhun İrgil/Naci Dinçer; 2023, Sia Kitap, 184 s.
(**) Övgüler, Yergiler, Atışmalar, Atillâ Dorsay; 2023, Remzi Kitabevi, 224 s.
edebiyathaber.net (12 Eylül 2023)